“Küçük güzeldir” 68 hareketinin en mühim, en kallavi sloganlarından biriydi. Hemen herkesin sadece “makro çözümlemeler, devrimsel dönüşümler, büyük genellemeler ve teorik soyutlamalar” peşinde olduğu bir dönemde, gündelik hayatın politikasının önemini hatırlatan bir söz.
Küçük güzeldir çünkü siyaseti anlayabilmek ve iktidarın nasıl işlediğini görebilmek için sadece yapılara bakmak yetmez, bir o kadar gereklidir bireyi anlamak, en “sıradan” addedileni dahi. Küçük güzeldir çünkü mühimdir mikro tarihçilik çalışmaları, mesela bir insanın, bir ailenin, bir şehrin tarihine derinlemesine inmek ya da sözlü tarihler toplamak. İnsanı anlayamadan tarihi anlamak ne mümkün. En temel tarihsel dönüşümler yaşanırken sıradan kadınlar, sıradan erkekler nasıl etkilendiler bu dönüşümlerden, nasıl hissettiler? Karınca adımlarıyla ilerlemek tarihte, öyle hemen devasa sonuçlara varmaya çalışmadan. Ufak ufak sorular sorarak, parçaları birleştirerek. Küçük güzeldir çünkü değişim dediğin, öyle devamlı ileri bir tarihe atılan ve her şeyi pat diye çözeceğine inanılan romantik bir gelecekte değil, tam da şimdi, tam da burada başlar, kendi küçük hanemizde, kendi küçük katkılarımızla. Küçük güzeldir çünkü tek başına bir birey nice büyük etkilere kadirdir. Tasavvufla ilgileri olsaydı “68 hareketinin küçük-güzeldir’cileri”nin, belki de daha iyi formüle edebilirlerdi sözlerini. “Küçük güzeldir çünkü insan eşref-i mahlukattır, evrenin özünü taşır yüzünde.” Aslolan insandır, okunacak en manidar kitap o. Ve şimdiye değin yapılmış en güzel tasavvuf tanımı ilham olur belki: “Sıkıntılı zamanlarda yürekte genişlik, insanda can aramaktır yolumuz...”
Vaktiyle, bir din adamı, Kaliforniya’daki küçük bir kilisenin papazı, bana “yazarlar ile din adamları arasında ortak bir nokta olduğunu” söylemişti, beni bir hayli şaşırtma pahasına. “Her ikimiz için de aslolan insandır. Aslolan insanın acılarını, beklentilerini, yasını, hüznünü anlamak. Başkaları meselelere makro açılardan bakmak ve genellemeler yapmak adına bireyi göremez hale gelirler. Siyasetçiler, akademisyenler, hatta tarihçiler... tartışıp dursunlar makro genellemeler, sayılar ve soyutlamalar üzerinden. Oysa din adamının da, edebiyatçının da işi meseleye öncelikle birey açısından yaklaşmak, insan merceğinden bakmaktır.”
Türkiye’de okutulan tarih derslerinde insan geri plandadır daima. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e dönüşümler yaşanırken “insan”ı temel alıp baktığımızda tarih anlayışımız da ister istemez değişir. Bir Ermeni mimarın, bir Arnavut seyyarın, bir saray cariyesinin, bir tarikat ehlinin, bir Yahudi tüccarın, bir hattatın, bir heccavın… gözünden bakmak en kallavi toplumsal dönüşümlere. Ancak o zaman tek ve mutlak bir tarih okuması olmadığını, olamayacağını idrak edebiliriz.
“Osmanlı’da filanca” gibi başlıklar, nobran bir genellemeye dönüşebilir şüphesiz. Ve her nobran genelleme gibi, görmekten ziyade, gö-re-me-me-ye sebep olabilir; bir bütünü aydınlattığını sanırken, her biri kendi içinde o bütünden özler taşıyan parçaların gölgelerini yok saymaya... Tutup sorarlar insana: “Hangi dönemdeki Osmanlı? Hangi yerdeki Osmanlı? Kimin gözünden Osmanlı?” diye. Sorarlar ve her soruşlarında cevap değişebilir; bırakın değişmeyi vahim sarsıntılar geçirebilir. Hâl böyleyken, kuşatıcı-yutucu çıkarsamaları doludizgin yapmaktan ziyade, irili ufaklı bilgi kırıntılarının izlerini tıpış tıpış sürerek ilerlemekte fayda var. Varsın bir müddet böyle dağınık kalsın bilgilerimiz. Zamanda ve uzamda böylesine genişçe yayılmış, binlerce ayrı öznenin gözünden binlerce ayrı biçimde yaşanmış bir imparatorluğu hop diye analiz edip, hap gibi yutmaktansa, toz zerreleri-kar taneleri gibi savrulsun onun hakkındaki tekmil bilgi kırıntılarımız. Hiç olmazsa bu vesileyle, geçmişimiz hakkında ne denli az şey bildiğimizi öğreniriz.
Küçük güzeldir...
11.07.2006