Türk basınının köşe yazarları ve hatta gazete-dergilerde köşe yazan günümüz edebiyatçıları kendi içlerinde ikiye ayrılır:
Köşelerini kendinden ötesini anlamak ve anlamlandırmak için harcayanlar ile köşelerini kendinden ve yandaşlarından gayrısını karalamak için harcayanlar.
Birinciler empati ve merak ve yorumbilim, ikinci gruptakiler ise safi ego ve nefs ile yazarlar. Ne yazık ki birincilerin sayısı çok da fazla değildir. Çağımız “gladyatör ve arena kültürünün” modernleştirildiği ve estetikleştirildiği çağ. “Hayata seyirci kalmaya alışık olanlar” kavga ve kan görmek istiyor, bundan keyif alıyor. Eskiden gladyatörler savaşırdı eğlencelik, seyirlik, ölümüne; şimdi yazılı ve görsel medya oldu arenalar, sabırsızlıkla bekliyor kimileri, acaba bugün kimler kapışacak diye. En popüler düzeyde televizyon kanallarında devam eden bu arena kültürü ne yazık ki Bab-ı Ali’yi de etkisi altına almış durumda. Eline kalem alan, kalemini kılıç addediyor. Saldırmadan yazamayan ve saldırdıkça belli ki etrafları tarafından pohpohlanan kimi “yazar”lar türüyor. Bugün şöyle bir bakın: Eleştiri sanatını şahsa saldırmak gibi algılayan, hatta eleştirdikleri insanların mahremiyetlerine zerre kadar saygı göstermemeyi marifet addeden nice kalemşor var ne yazık ki Türk basınının farklı farklı kulvarlarında, bilhassa renkli boyalı kısmında. Böyle yazmak günümüzün modası ve dahi geçer akçe olsa gerek ki, husumet üslubunu taklit edenlerin sayısı artıyor. Zaman zaman okurların da bu kavgaları teşvik ettiğini görmek şaşırtıyor beni: “Filanca dün köşesinde size saldırmış, sessiz kalmayın, lütfen siz de ona cevap verin” diyen okur mektupları iyi niyetli olsalar da illa ki bir polemik beklentisi içinde.
Hem tiraj açısından hem de nedense “kavga ve kan görmeye bayılan” nice okurun gözünde, köşe yazarının mülayimi değil saldırganı makbuldür. Anlatmasın karalasın... anlamlandırmasın bulandırsın... düzeyini korumasın, düzeyi düşürsün... ve belden aşağı vursun. Ne kadar hırçın yazıp, ne kadar husumet ve hamaset üretirse, “reyting” bakımından o kadar iyi. Bu yüzden, polemiklere bulaşmadan, tevazuundan ve nezaketinden ve kalitesinden ödün vermeden, farklı kesimden gelenlere önyargılı yaklaşmadan, ele aldığı konuya ve okura saygısını yitirmeden yazanlar, yazabilenler parmakla gösterilecek kadar az...
Köşelerini kendinden ve yandaşlarından gayrısını karalamak için harcayan ikinci gruptakiler de kendi içlerinde üç kesime ayrılır: Mürekkebini çamur ile takas edenler, mürekkebini sirke ile takas edenler ve son olarak, mürekkebini zehir ile takas edenler. Çamurla yazanlar günübirlik düşmanlar arar kendilerine, ona buna tükürüp çamur atmaktan beslenirler, böyle çıkarırlar yevmiyelerini. Sirke ile yazanların mutsuzluğu daha derindir, hayatın kendilerinden esirgediklerinin acısını başkalarından çıkarabilmek için daha sinsi, daha beter yazılar kaleme alırlar. Zehir ile yazanlara gelince....
Zehir ile yazanlar hayatları boyunca başkalarını ama en nihayetinde kendilerini kuruturlar. Polemiksiz duramazlar çünkü kavga çıkarmasalar yazacak konuları yoktur, cehaletleri ortaya çıkar. Bu sebepten hemen her gün kendilerine yeni bir “düşman” arar, sırf saldırılarına karşılık almak için çırpınırlar. Devşirdikleri tek su, beslendikleri tek kaynak sinik bir saldırganlık olduğundan, gün gelir aynı sarmalın içinde yuvarlanmaktan yorulup, kendi kendilerini tekrar etmeye başlarlar. Bir sene evvel yazdıkları bir yazıda filanca için kullandıkları lafları şimdi hiç alakasız falanca için kullanır olurlar. Lafları, betimlemeleri, benzetmeleri suyunu çekmiştir çoktan, kimse fark etmedikçe, okurdan tepki gelmedikçe idare ederler. Kan görmeye bayılan arena kültürü onları pohpohlayıp kışkırttıkça tutunabilirler. Senebesene bileylenir egoları, bulanır bakışları, kararır yürekleri. Tazelenemez, arınamazlar. Böylelerine cevap verecek olan “başka gladyatör kalemşorlar” değil, okurdur sadece.
18.07.2006