Türkiye’de şaşmaz bozulmaz en yaygın ve en ucuz reflekslerden biri “bu milletin zinhar adam olmayacağını” temcit pilavı gibi tekrarlamak ve aksini iddia eden herkesi de “romantik” ya da “saftirik” olmakla itham etmektir.
Ne vakit siyasette mikro yaklaşımların önemini vurgulayan, çözüme yönelik girişimlerde bulunan ve temelde yapıcı olan biri ya da birileri çıksa, anında yer damgayı, en iyi ihtimalle “naif” olarak değerlendirilir. Siyasetin konuşulduğu her yerde illa ki makro teorilerden, kallavi genellemelerden, büyük güçlerin oyunlarından, emperyalizmin gizli tuzaklarından ve komplo teorilerinden ne kadar dem vurursanız, o kadar itibar görürsünüz. Tribünlere oynamanın en kolay yolu mümkün mertebe nüanssız ve “makro” konuşmaktır. İyiler ve kötüler, ‘bizden olanlar’ ve ‘bizden olmayanlar’ diye ayırıp insanlığı, milliyetçiliği ya da dini temel eksen yapıp, bir salvo ateşine başlar, hayali düşmanların hayali komplolarından bahsederek fena halde taraftar kazanabilirsiniz tez zamanda. İşe yarar. Korku politikasının tohumlarının tuttuğu topraklardır bunlar. Hatta ve hatta “derin” addedilirsiniz.
Oysa insanı temel alan, bireyin acılarından sevinçlerinden, mikro girişimlerin etkisinden, küçük adımların da bir işe yarayabileceğinden söz ederseniz şayet, alacağınız karşılık bellidir: “Geç bunları, sen de pek romantiksin...”
3-4 Haziran tarihlerinde İstanbul’da 30’un üzerinde düşünce ve kalem insanının katıldığı bir yuvarlak masa toplantısı yapıldı. Katılımcılar hayli farklı görüşlere sahip, tamamen farklı kulvarlardan gelen; ama gene de ortak dertleri olan “romantik” insanlardı. Türkiye’de süregiden hamaset ve nefret söyleminden de, artan toplumsal ve bireysel şiddetten de kaygı duyan, bunu azaltabilmek için bir şeyler yapmak gerektiğine inanan, toplumun Türk-Kürt diye kutuplaşmasını arzu etmeyen, son tahlilde hepimizin aynı gemide olduğunu savunan insanlar... Konuşma başlıkları farklı eksenlerde toplanmıştı: Kürt sorunu ve ekonomik boyut, Uluslararası Gelişmeler Işığında Bölgesel Gelişmeler, Toplumsal Af ve Olası Boyutları, Göç Mağdurları, Kadınlar, Çocuklar, Gençler...
Yoğun tartışmalarla geçen o iki günün sonrasında yaklaşık bir ay süren bir çalışmayla ortak bir metin kaleme alındı. “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür diye öğrendik çocuk yaştan itibaren, oysa gitmeden olmaz, görmeden olmaz, insanı anlamadan, insanı temel almadan olmaz...” diye başlayan metin “Türkiye’nin bir köşesi bir başka köşesinden daha kıymetli değildir. Bir başkasının acısı beni de kanatır, beni sızlatır” diye devam etti. “Hepimiz aynı gemideyiz... Kadınlar, erkekler, Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler, göçle gelenler, işsizler, gelecekten korkan gençler, azınlıklar, şiddet mağdurları ve bilmeden şiddeti besleyenler... Hepimiz aynı seferde yolcuyuz... Bunu bilsek de bilmesek de...”
Bu memlekette bizler ne yazık ki yıllarca birbirimizin farklılıklarından korktuk. Yıllarca birbirimizin farklılıklarını hazmedemedik. Kimi zaman “türban” oldu farklılığın simgesi, kimi zaman “etnik köken”, kimi zaman “cinsiyet”... “Öteki”ni kendimize benzetmeye çalıştık ısrarla. Kendimize benzetemediğimizden nefret ettik, onu potansiyel “iç mihrak” addettik. “Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışanlar ve yakışmayanlar” diye ikiye ayırdık insanları... Eleştirel düşünen ve konuşan herkesi damgaladık, sindirdik, uzaklaştırdık, susturduk... Sonuçta ne demokrasi arzu ettiğimiz seviyeye ulaştı, ne bizler toplum olarak siyasi olgunluğa erişebildik.
Kürt meselesinde kalıcı bir çözüm dışarıdan ya da tepeden gelmeyecek. İçeriden gelecek. Askerî yöntemlerle değil, sivil inisiyatiflerle mümkün olacak. Bizzat bizlerden, yani bireylerden, bireysel farklılıklarını hazmedebilmiş bir toplum dokusundan çıkacak yeni bir siyaset ve insanlık dili ... Sivil toplumun farklı seslerinin “çıkar ve görüş farklılıkları” olduğu kadar, ortak bir zemini de var. Basit ama nedense hep ama hep unutulan, “romantik” diye küçümsenip susturulan ama son derece temel bir nokta: Bu memleket hepimizin. Ortak bir dil ve demokratik bir kamusal alan yaratabilmek için aynılaşmak zorunda değiliz... Farklılıklarımıza rağmen değil, farklılıklarımızla beraber buradayız, beraberiz. Bu yüzden işte bu yüzden, bu hafta basına ve kamuoyuna verilen 38 imzalı Aydınlar Bildirisi’nde, ara tonlar, köprüler ve sentezlerdir savunduğumuz. Türk-Kürt, Kemalist-Dinci, Sünni-Alevi... diye kutuplaşmış bir Türkiye arzu etmiyoruz.
01.08.2006