Süleyman ın mabedine karga sesleri:
"Ütopya-karamsarı" geleneğin geleceği üzerine
"Şunu bilmelisiniz ki, yeryüzünde bu Bensalem milleti kadar afif, her türlü pislik ve murdarlıktan kurtulmuş bir millet olamaz. Dünyanın bakiresi bu millettir. ... faniler arasında bu halkın temiz ruhundan daha güzel, daha hayran olunmaya değer bir şey olamaz."1
Thomas More un 1516 da yayımlanan ünlü kitabının başlığı "Ütopya", Yunanca "eu"(iyi) ile "ou"(olmayan) kelimelerinin benzerliğinden yararlanarak elde edilmiş düşündürücü bir kelime oyununa dayanıyordu. Böylelikle ütopya, "tanımı gereği", hem iyi olan, hem de var olmayan bir diyara işaret ediyordu. Sözkonusu kavramsal bağlantı, geçmiş yüzyılların, ütopyaları ve ütopyacıları konu edinen tartışmalarına da yön verdi. Ütopyaların tasavvur ettiği "iyi" ve "doğru" düzen var olabilir miydi? Yoksa tam tersine, böylesi bir düzen, iyiliğini ve doğruluğunu "var olamaz"lığına mı borçluydu?
Aslında ütopyaların iyilik kavramına böylesine göbekten bağlı olmaları Thomas More dan çok daha önceye uzanmaktadır. Örneğin, Platon un filozof - krallar tarafından yönetilen Devlet inde ne kötülüğe yer vardır, ne de kötülere. Burada aslolan, her bir bireyin olması gereken yerde olması ve yapması gereken işi yapmasıdır. Eşdeyişle, aslolan, kişinin kendisine uygun düşen sahanın hudutları dışına çıkmamasıdır. Örneğin, "yönetici" olma vasıflarına haiz bir kimse "yönetilen" ise, ya da tam tersine, "yönetilen"lerden biri olması gereken kimse "yönetici" konumuna getirilmişse, burada ne adaletten söz etmek mümkün olacaktır, ne de iyi bir düzenin varlığından. Öte yandan, Platon un böylesine ısrarla vurguladığı bu hudutlar sadece belli bir toplumsal işbölümünün süreklilik kazanmasında değil, farklı kimlikler arasındaki mesafenin korunması için de elzemdir. Bilhassa, üst ve ast arasındaki hudut çizgileri titizlikle muhafaza edilmelidir.
Platon un dramaya yönelik olumsuz yaklaşımına hudutların çiğnenmemesi kaygısının mührü vurulmuştur. Bu açıdan bakıldığında, drama, hudut çizgilerini bulandırarak, iyinin kötüye meyletmesine vesile olmaktadır. Zira, tiyatro oyunlarında oyuncular, rolleri gereği kendilerinden daha "hakir" olanı taklit etmek durumunda kalırlar. Sahnede erkek kadının, hür insan kölenin, yetişkin kişi çocuğun kılığına girebilir. Keza, iyi biri kötü birini oynayabilir. Oysa maksat "oyun" da olsa, hudutlar çiğnenmemeli, kişi kendi sahasından çıkmamalı ve "öteki"nin kılığına bürünmemelidir. Sebebi ne olursa olsun, "iyi", "kötü"yü asla taklit etmemeli; üst, ast ın kılığına bürünmemelidir.
Platon, içinde kötülerin ve kötülüklerin olmaması koşuluyla, Devlet inde tiyatro oynanmasına müsaade etmeye hazırdır. Ama hiçbir "oyun" kötülük ya da kötüler olmaksızın oynanamaz. Zira, tanımı önceden yapılmış "doğru"ların dışına çıkmamak adına sadece kahramanlarını değil, figüranlarını dahi "iyi"lerden toplayan bir kurgunun daha iki adımda soluğu tükenecektir. En nihayetinde Platon çareyi hem dramayı tamamen yasaklamakta, hem de oyuncuları örnek toplumundan sürmekte bulur. Kısacası, Platon un ütopyasında, kötünün ve kötülüğün değil kendisine, taklidine dahi yer yoktur.
Peki ütopya geleneğinin bu erken dönem savunucularına göre kötülük nedir? Kimlerdir kötü olan? Elbette, her sıfat gibi "iyi" de, kudretini ve kuvvetini, göreliliğini unutturacak kadar mutlak tanımlanmasından alır. İşte bu nokta, "iyi"nin kimler tarafından ve neye göre tanımlanacağı sorusunu peşisıra sürükler. Platon un Cumhuriyet inde bütün toplum için neyin iyi olduğunu belirleyen filozof-krallardır. Onlar hak ettikleri konumda bulunmayı sürdürdükçe ve bu üstün konumda hak edenlerin dışında kimse bulunmadıkça, "iyi" her koşulda "iyi" olmayı sürdürecektir. Thomas More un Ütopya sında ise nelerin "iyi" ve "doğru" olduğu, büyük yönetici Utopus tarafından 900 yıl önce tespit edilmiştir. Böylelikle "iyi"nin ve "doğru"nun tanımı zaman-üstü bir görünüm sergiler.
Bacon un 1627 yılında yayınlanan Yeni Atlantis i, ütopya geleneğinde iyinin tanımının toplumun sadece belli bir kesiminin tekelinde olmasına çarpıcı bir örnek teşkil eder. Bacon un ütopyasında, uzak diyarlara yelken açan gemiciler, rastlantılar sayesinde, varlığından daha önce haberdar olmadıkları bir adaya ulaşırlar. Burası Yeni Atlantis diye bilinen Ben Salem adasıdır. Diğer ütopyalarda olduğu gibi, burada da uzak bir adadaki yaşam mevcut toplumlara "örnek" teşkil edecek biçimde kurgulanmıştır. Bacon un örnek toplumu bilimsel çalışmalarla yönlendirilmektedir. Bu toplum, teknolojiyi, ilerlemeyi ve akılcılığı şiar edinmiştir. Zaten kendisi de eserini, mevcut toplumları iyileştirip ilerletecek olan bir bilimsel yapılanmanın nasıl olması gerektiğini göstermek için yazdığını belirtir. Bu bilimsel yapılanmanın madebi ise Süleyman ın Evi dir.
Süleyman in Evi bir bilimsel araştırma kurumudur. Burada çalışanlar sürekli bilgi toplarlar. Başka ülkeler, doğa olayları, hayvanlar, gök cisimleri ve akla gelen her şey hakkındaki her tür bilgi Süleyman ın Evi nde biraraya getirilip sınıflandırıldıktan sonra arşive kaldırılır. Ampirik çalışmaları temel alan bu bilgi birikiminin yerinde kullanılmasıyla toplum hızla ilerleyecektir. İlerlemeyle birlikte ve onun sayesinde insanları "aşağı" çeken her türlü olumsuzluktan kurtulmak da mümkün olacaktır. Üstelik bilimsel bilgi sadece toplumsal ilerlemeyi mümkün kılmakla kalmaz, insan vücudunun fiziksel sınırlarının aşılmasına da yardımcı olur. Böylelikle Süleyman ın Evi nde çalışanlar, balıklar gibi suyun altından giden gemiler yapmakta ya da kuşlar gibi uçabilmektedirler.
Bilimin herkes için neyin "iyi" olduğunu gösterdiği bir toplumda, bilim adamlarının da ayrıcalıklı bir yeri olacaktır elbette. Bu yüzden Ben Salem adasının seçkin bilim adamları, Mina Urgan ın ifadesiyle bir "üstün zekâlılar oligarşisi" kurarak, son derece görkemli ve ayrıcalıklı bir yaşam sürerler.
Ütopya geleneği gelişiminin bu safhasında, içinde şekillendiği tarihsel döneme uygun olarak, "keşfetmek" üzerinde durmuştur. Örnek toplumlar buradan uzak bir yerlerde zaten mevcuttur. Gerekli olan aradaki mekânsal kopmayı gidererek, gidip orayı keşfetmektir. Böylesi bir mekânsal ötelemeyi mümkün kılabilecek en uygun yer de bir ada olduğundan pek çok ütopyanın bir adada geçmesi tesadüf değildir. Mesela, Campanella nın 1602 yılında yayınlanan Güneş Ülkesi, bir Batılı denizcinin deniz yolculuğunda başından geçenleri ve Batı toplumlarına hiç benzemeyen bir başka toplumun varlığını keşfedip, döndüğünde bunları çevresindekilere aktarışının hikâyesidir. Kitap bir diyalog şeklinde tasarlanmıştır.2 Cenovalı kaptan, deniz yolculuğunda başından geçen maceraları bir ospitalario ya3 anlatır.
Zamanla, ütopya geleneğinde, mekânsal ötelemelerin yerini zamansal bir öteleme almıştır. Yani artık ütopyalar uzak ve henüz keşfedilmemiş adalarda değil, uzak geleceklerde yaşanmaktadır. Bu yüzden de aslolan gidip "keşfetmek" değil, gidip "varmak"tır. Böylelikle, "bugün"ün sorunlarını tamamen aşmış, her açıdan pürüzsüz bir "yarın" fikri ön plana çıkar. Böylesi bir "yarın" anlayışı ve arayışı, tek tanrılı dinlerin cennet tasavvurlarıyla büyük benzerlikler göstermektedir. Örneğin, William Morris in 1890da yayınlanan "Hiçbir Yerden Haberler"de çirkinlikten ve kötülükten tamamen arınmış bir toplum tahayyül eder. Mina Urgan dan öğrendiğimize göre, "Northrop Frye, Morris in İngiliz yazarlarının en dinsizi bilindiği halde, News from Nowhere de anlattığı cennete inanmamanın yolu olmadığını söyler."4
Kanımca, ütopya geleneğinin temel açmazlarından biri tam da bu noktada düğümlenmektedir. Ütopyalar kurguladıkları "doğru" ve "iyi" sisteme içkin bir kötülük tasavvur edemezler. Bacon un kurgusunda Bensalem milleti her türlü pislik ve kötülükten tamamen arınmıştır. Bunlar dünyanın bakiresidirler. Tıpkı Platon un dramaya bakışında olduğu gibi, en nihayetinde bulunan çare, yapılan "iyi" tanımına uymayan her unsuru genel kurgudan dışarı atmaktır. Böylelikle, ütopya nın hem "iyi" hem de "var olmayan" kelimeleriyle elde edilen düzeni, "var olmayan iyi" halini almaktadır. Eşdeyişle, ütopyanın böylesine "doğru" olması tam da yanlışlığının sebebini, tıkır tıkır işlemesi ise tam da aksadığı yeri oluşturur.
Ütopya geleneği işte bu tıkanma noktasında en ağır eleştirileri almıştır. Ben bu yazıda, bu eleştirileri yöneltenleri, ütopya karşıtları ve ütopya karamsarları olmak üzere iki ana gruba ayıracağım.
Ütopya Karşıtları
Popper, Hayek, Oakeshott ve Talmon gibi birinci kesimde yer alan düşünürler ütopya geleneği ile totaliter düşünce tarzları arasındaki benzerlik üzerinde dururlar. Buna göre, ütopya geleneği tek bir doğru olduğunu varsaymakta ve bu tek doğruyu, baskıcı bir nitelik kazanma pahasına, herkese dayatmaktadır. Popper a göre, sadece belli kişilerin elinde olan doğruları geride kalan herkese dayatan düşünce tarzının ilk temsilcisi Plato dur. Aynı sebepten ötürü Popper, Plato yu açık toplumun ilk düşmanı olarak görür. Öte yandan, Popper sadece ütopyacıların değil, ütopik sosyalistlere son derece eleştirel yaklaşan Marx ın da bütün ütopyacıların yanılgısına kapıldığını iddia eder. Benzer şekilde Hayek ütopyacıların inşa ettiği akılcılığa saldırırken, insanlar için gerçekten neyin iyi olduğunun sadece ve sadece toplumun kendi doğal akışı içinde ortaya çıkabileceğini ifade eder. Böylelikle Hayek, Thomas More un Ütopya sında, yüce yönetici Utopus un 900 sene önce koymuş olduğu kuralların geçerli olamayacağını vurgular. Burada bahsi geçen bütün düşünürler, aradaki farklılıklarına rağmen, kelimenin tam anlamıyla ütopya karşıtıdırlar. Ütopya geleneğini, eleştirel ve yaratıcı bir açılım olmaktan ziyade totaliter ve kapalı bir yaklaşım olarak değerlendirirler. Sonuçta, vardıkları yer, ütopyacı geleneği topyekûn mahkum ve red etmektir.
Ve Ütopya Karamsarları
Bu anlamda, ütopya karşıtları ile ütopya karamsarları arasında bir ayırım yapmanın gerekli olduğu kanısındayım. Ütopya karamsarları, ütopya karşıtları ile benzer soruları sorup, benzer eleştirileri yapıyor gibi görünebilirler. Ancak bu grupta yer alanların, gene de belli bir ütopya geleneği içinde hareket ettiklerini vurgulamak gerekiyor. Zira bu kesimdekiler içeriğine saldırmakla birlikte, bir anlatım tarzı ve ifade biçimi olarak ütopya geleneğinden kopmamışlardır. Bu kesimin en meşhur eseri muhtemelen George Orwell in, 1949da yayınlanan 1984 üdür. Ayrıca Zamyatin in Biz i(1920) ve Huxley in Yeni Dünya sı5 da bu grupta toplanan eserler arasında ayrı bir şöhrete sahiptir.
20. yüzyıl her açıdan ütopya karamsarı yaklaşımın ivme kazandığı yüzyıl oldu. İki büyük dünya savaşını, atom bombasını, kitlesel katliamları, teknolojik faciaları ve sayısız felaketi peşpeşe yaşayan yirminci yüzyıl ütopya geleneğinin geleceğe duyduğu inancı kökünden zedeledi. Aydınlanma Çağı ndan geriye, akılcılığın ve bilimselliğin, gerek bireyleri gerekse toplumları sürekli ileriye taşıyacağını varsayan güçlü bir miras kalmıştı. Aydınlanma nın "düşünen" ve kendine güvenen öznesinin yüzü geleceğe dönüktü. Bu özne, aklını rehber edinip, her türlü bedensel, duygusal, akıl-dışı etmeni dışladığı takdirde sürekli gelişecek ve kendisiyle birlikte, içinde yaşadığı toplumları da daha "iyi"ye doğru dönüştürecekti. Oysa böyle olmadı. Yirminci yüzyıl boyunca ilerlemeye körükörüne duyulan bağlılık adım adım çözüldü. Bilhassa, yirminci yüzyılın ikinci yarısında Aydınlanma mirasının temel edindiği ilkeler kıyasıya eleştirilir oldu. Bu genel gidişat, ütopya-karamsarı yaklaşımların gelişmesi için bereketli bir zemin teşkil etti.
Ütopya - karamsarı gelenek ütopyalar hakkındaki alışageldik soruları tersine çevirdi. Artık tartışılan soru, ütopyaların tasavvur ettiği "iyi" ve "doğru" düzenin var olup olamayacağı değildi. Keza böylesi bir düzenin, iyiliğini ve doğruluğunu "var olamaz"lığına mı borçlu olduğu sorusu da anlamını yitirdi. Ütopya karamsarlarına göre esas düşünülmesi gereken ütopyaların ne denli uzak ve hayali oldukları değil, ne denli yakın ve hakiki olduklarıydı. Aldous Huxley in Yeni Dünya nın başına koyduğu sözler bu noktaya açıklık kazandırmaktadır: "Ütopyaların gerçekleşmesi, eskiden olduğundan çok daha olası artık ve bizi derinden kaygılandıran bir sorunla karşı karşıyayız şu sıralarda. Ütopyaların gerçekleşmelerini nasıl engelleyeceğiz?"6
Huxley in Yeni Dünya sı Ford dan sonra 632 yılının dünyasını anlatır. Miladı Henry Ford olan bu yeni dünyada insanların ne zaman çalışacakları, ne zaman dinlenip, ne kadar eğlenebilecekleri önceden belirlenmiştir. Herkes bu kurallar doğrultusunda hareket edip, birbirine benzemeyi sürdürdükçe sistem de uyum içinde işleyecektir. Sistemin herhangi şekilde aksamaması için geçmişin izlerini taşıyan her şey ortadan kaldırılmıştır. Bu amaçla müzeler kapatılmış, tarihsel anıtlar havaya uçurulmuş, "eski" olan her şey sistemden sürülmüştür. Bu furyadan kitaplar da nasibini aldığından, Ford öncesi dönemden kalma bütün eserler imha edilmiştir. Geriye kalan, içinde tek bir "rahatsız edici" unsurun bulunmadığı bir uyum ve baştan aşağı pürüzsüz bir iyiliktir. Ne var ki, sorgulanmadığı müddetçe mükemmelliğini koruyan, ancak sorgulandığı noktada iplik iplik çözülmeye başlayan bu dünyanın ritmine herkes ayak uyduramamaktadır. İşte bu yüzden, "vahşi" diye adlandırılan kişi bir yerden sonra daha fazla dayanamayıp canına kıyacaktır.
Benzer bir tema Orwell in 1948 da yazdığı 1984 adlı romanında da karşımıza çıkar. Burada, bireylerin yaşamlarının her alanını ve her anını ince ince denetleyerek onları sürekli göz hapsinde tutan baskıcı bir sistem anlatılır. Önemli olan, sistemin gözünün insanları sürekli seyretmesi değil, insanların sürekli seyredildiklerinin bilincinde olmalarıdır.7 Bir başka ifadeyle, sistem, bireyler tarafından içselleştirildiği oranda bir dış güç olarak kendini dayatabilmektedir.
Süleyman ın Mabedi
Kuran da anlatıldığına göre Süleyman, tıpkı babası Davud gibi bir kral-peygamberdi. Bir başka ifadeyle o, peygamber olarak gönderildiği toplumun aynı zamanda yöneticiliğini de üstlenmişti. Üstelik Süleyman sadece insanları değil hayvanları ve cinleri de yönetiyor, ordularını oluştururken askerlerini, insanlardan olduğu kadar hayvanlardan ve cinlerden de seçiyordu. Tıpkı Platon un Devlet inde olduğu gibi, Süleyman ın mabedinde de aslolan, bunca farklı canlı türünü hem birbirinden ayrı, hem de birarada tutmak üzere ayarı önceden yapılmış olan uyumun bozulmamasıydı.
Süleyman kuşların dilini konuşabiliyordu. Mabedinde cins cins, renk renk kuşlar vardı. Bütün kuşlar, "olur"larını ve "olmaz"larını Süleyman ın belirlediği kaideler çerçevesinde, uyum içinde yaşıyorlardı. Öttükleri zaman Süleyman ın sesi onları yankılamıyordu. Onlar, Süleyman ın sesinin yankısı gibi ötüyorlardı. Oysa, malûm kargaların sesi pek çirkindir ve onların seslerinin çatallığı, Süleyman ın mabedinin de çatlağıdır.
Ütopya geleneği, mevcut dünyanın tek ve nihai yaşam tarzı olmadığı fikrini ayakta tutarak, içindeki bütün kuşların uyum içinde öttükleri bir kuş evi tasavvur etmiştir. Ütopya-karamsarı gelenek ise, sadece bu muhteşem sessel uyumu kulak tırmalayıcı bulmakla kalmamış, aynı zamanda kuş evinin kapıları ardında belli belirsiz duyulan karga seslerine de dikkatleri çekmiştir. Bunu yaparken ütopya-karamsarları, bir tavus kuşunun rengarenk ihtişamını andıran bu mükemmel yapılanmanın aslında hiç de göründüğü gibi çoğul olmadığını göstermeye çalışarak "yaklaşan iyi"ye karşı bir uyarıda bulunmaya çalışmışlardır. Örneğin, Ridley Scott un Blade Runner filminde, filmin kahramanı Deckard(Harrison Ford) 2012 yılında Los Angeles ta, insanların arasına karışmış bir grup "insan kopyası"nın peşine düşen bir kanun adamıdır. Görevi bunları yakalayıp öldürmektir. Ancak film ilerledikçe kendisinin de, bir insan kopyası olduğunu keşfedecektir.8 Bir tavus kuşu değil, peşine düştüğü kargalardan biri olduğunu fark etmesiyle birlikte sadece kendi varlığını değil, içinde yer aldığı toplumsal düzenlemeyi de kıyasıya sorgulamaya başlayacaktır. Aydınlanma mirasından hızla kopan filmin "Descartes" ı, düşünmek ve var olmak arasındaki ilişkiyi gözden geçirmek durumunda kalacaktır.
Yüzyıl sona ererken benzer sorgulamaların, farklı hikâyeler etrafında tekrar ve tekrar karşımıza çıktığını görüyoruz. Bilhassa sinema, son zamanlarda ard arda, Süleyman ın mabedindeki bütüncül uyumdan çok, mabedin içindeki kargaların tekil uyumsuzluğunu aktaran ürünler veriyor. Öyle görünüyor ki, yeni binyılın gerek edebi, gerekse görsel ütopyaları, ütopya-karamsarı yaklaşımlardan beslenmeyi sürdürecek.
(1) F. Bacon, Yeni Atlantis, M. E. B., 1966, İstanbul, s. 40
(2) Bir "bilmeyen" ile bir "bilen" arasında soru-cevap temelinde gelişen konuşma üslubu, Batı felsefesinde kökleri Sokrates e ve Zenon a uzanan bir geçmişe sahiptir. Sokrates burada kendi rolünü bir "ebe"ye benzetir. "Bilmeyen"in sorduğu soruları cevaplandırırken yaptığı şeyin, tıpkı bir ebenin doğuma yardımcı olması gibi, o kişide zaten mevcut olan bilgiyi çekip dışarı çıkartmak olduğunu söyler. Bizde şeyhülislamların verdikleri fetvalar da benzer şekilde soru-cevap temelinde gelişmiştir. Bu konuşma ve yazın tarzında bilginin "bilen"e sağladığı iktidar, bir ayna gibi kullanılan "bilinmeyen"in sorularıyla pekişir.
(3) ospitalario: Kutsal topraklarda hastalanan hacılara bakmak amacıyla kurulmuş kurumlarda çalışan kişi
(4) Mina Urgan, Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More, Adam, 1984, İstanbul, s. 94.
(5) Bunlar genellikle "dystopia" olarak adlandırılmışlardır.
(6) Mina Urgan, Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More, Adam, 1984, İstanbul, s. 94.
(7) Ondokuzuncu yüzyıl Faydacılar ından J. Bentham ın, hapishanelerde uygulanmak üzere geliştirdiği Panopticon projesi de aynı temelden hareket eder. Bentham a göre, mahkûmlar gece gündüz tek bir merkezi göz tarafından sürekli seyredildiklerini bildikleri ölçüde "normalleşecek" ve hizaya gireceklerdir.
(8) Blade Runner filminin biri 1982 de, öteki 1992 de yapılmış iki versiyonu bulunmaktadır. 1992 versiyonunda Deckard filmin sonunda kendisinin de bir insan kopyası olduğunu keşfeder.
· 27 Aralık 1999