. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>



Yazılar
İstanbul

Siz sorun ben anlatayım İstanbul’u... Yeter ki sormayın bunca sevdiğin şehirde niye yoksun diye? Yeter ki sormayın dönememek nasıl bir şey ve sahi niye, ama niye?

SENİ düşünmemek şehir, ne kadar kolaymış.

Bir başka ülkeye, bir başka şehre, bir başka ben’e yolculuk etmek, oraya varınca da usul usul, sinsi sinsi ve kendi kendine dahi itiraf etmeden yeni yerine yerleşmeye başlamak değil sebebi. İsmini anmamak değil; ne de öyle bile bile kaçınmak seni başkalarıyla konuşmaktan. Tam tersine, rahatlıkla, sıklıkla umarsızca anıyorum adını, kalabalıklar arasında. Yeter ki kendimi seni düşünürken yalnız, yalnızken seni düşünür bulmayayım. Ne zaman açılsa bahsin, o incecik sohbet aralığından içeri ben de uzatıyorum başımı, bakıyorum sana uzaktan. Uzaktan bile kocaman görünüyorsun, öylesine heyula, her türlü fizik kanununun ötesinde, uzaklaştıkça senden büyüyorsun önümde. Bakmayı sürdürmüyorum, kesik ve kısık bakışım, hepi topu bir an. Çekiyorum kafamı, kapanıyor aralık. Siluetin düşüyor üzerimize, duvarda canavar gölgeleri bırakıyor en ufak kımıltın bile. Gördüklerimi kendime saklayıp, görmediklerimi dillendiriyorum. Böylece sorduklarında “Nasıl bir şehir İstanbul?” diye, zorlanmadan başlayabiliyorum anlatmaya. İlla ki soruyorlar. İlla ki sorsunlar istiyorum. Seni hiç konuşmamanın yolunu, seni bol bol avuç avuç saça saça konuşmakta buldum. Sen sözkonusu olduğunda hiçbir şey söylemeden çok şey söylemenin üsturuplu yollarına vakıfım. Sen sözkonusu olduğunda hiçbir şey söylemek gelmiyor içimden. Bu yüzden ben, böyle seri, böyle teklemeden konuşabiliyorum senin hakkında Amerikalılarla. Senden İngilizce, senin dilin, benim dilim, bizim dilimiz olmayan bir dilde bahsedebilmenin verdiği özgürlüğe sığınıyorum. Geçici yabancı diller kadar âlâ bir paravan yoktur kalıcı yabancılıklarımıza. Hani şu bir türlü geçmeyenlere. Hani şu kendi evimizde olduğumuzda bile... Görülmesin diye içerisi, sıkı sıkı çekiyorum perdeleri. Perdelerin üzerine desen desen asıyorum seni tarif eden turistik, akademik, estetik kelimeleri. Ne fazla, ne eksik. Tastamam kaç kelimeyle anlatmam gerekiyorsa soran insanlara, o kadar kelime harcayarak.

En çok, tatile İstanbul’a gitmeyi planlayan çiftlerle konuşmayı seviyorum. Onların gelecek planlarının arasına sıkıştırıp saklayıveriyorum seninle olan geçmişimden bana kalan, sana kalan, bize kalan sırları. İllâ ki gitmeleri farz yerleri anlatıyorum. Nerede güzel yemek yersiniz, hangi camii, hangi kilise, hangi çarşı, hangi yüzümüzü tatmak isterdiniz, Batılı - modern - laik, dilerseniz otantik, hayır efendim bence vebali boyundan büyük bir kelime şu “fundamentalizm” ama siz illa da kullanacaksanız onu yahut sosyolojik gözlem yapayım filan diyorsanız elbette buyurun şu şu şu semtlere, Fatih’e de gidin tabii, yok merak etmeyin bir şey olmaz, bence mezarlıkları ihmal etmeyin, bir ülkenin insanlarının yaşadığı değil yaşamadığı hayatları merak ediyorsanız eğer, ama pardon, gene sürçtü dilim, bu gezinin konusu bu değil, ben en iyi baştan arz edeyim, hangi sokakta ne var, kuruldu mu filanca semtteki falanca pazar, muhakkak uğrayın o tarihi mekâna, ve aman illa ki şu şu şu lokantalara, siz en iyisi her gün başka bir şey yiyin, aralarda muhakkak simit, vapura da binin martıları da besleyin, şuranın zeytinyağlıları oranın balığı rakısı nerenin ahtapot salatası, şu sokaktan geçmeyi aman ihmal etmeyin, gitmişken filancaya da uğrayın pek sever sizin gibi şaşkın ve şaşmaz turistlerle tanışmayı, sonra muhakkak için İstanbul’da, ayık gezmeyin... Siz sorun ben anlatayım efendim. Yeter ki sormayın bunca sevdiğin şehirde niye yoksun diye? Yeter ki sormayın dönememek nasıl bir şey ve sahi niye, ama niye?

Siz turistik sorular sorun bana, ben anlatayım ballandıra ballandıra. Adalar’a gitmeyi, pazarlık etmeyi, şarap içmeyi fakat şarap içiyorum havasına girmemeyi ve aman Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın dantellerini görmeyi ihmal etmeyin. Kim mi? Kendisi yazar. Yok yok, çevrilmedi eserleri İngilizceye, okuyamazsınız maalesef, siz sorun onu da ben özetleyeyim, fazla uzatmadan, kapsül bilgilerle, onun da yaralarına dokunmadan dokundurtmadan şöylece tozunu alır gibi, deşmeden, paket yapıp sunabilirim. Eşcinselliğinden bahsetmeyiz, biz öyle şeyler konuşmayı sevmeyiz. Çocuklarımız bilmez, biz bilmeyiz. Biz Türkiye’de yazarlar söz konusu oldu mu iki hususu bilmemeyi tercih ederiz: Ölü yazarların sadece kitaplarına odaklanmaktan, hayattayken nasıl ve neler yaşadıklarını bilmeyiz, biiiiir. Yaşayan yazarların da sadece yaşamlarına odaklanmaktan sahi kitaplarında neler yazdıklarını bilmeyiz, ikiiii. Onun için bugün yaşayan aklı başında her yazar saklamak zorunda kalır kendini perde perde çekerek geri geri, bilmesinler ki fazla az biraz daha baksınlar bana değil de yazılarıma, neden mi bu kadar rahatsız olur bazılarımız o kapanmayan, kapaksız GÖZ’den? Aman turist efendiler, o nasıl soru öyle, GÖZZZ’den daha rahatsız edici ne olabilir bu alemde, bendeniz Celal Tanrı’nın kapanmayan sema gözü üzerimde diye, ayıptır söylemesi korkudan ve utançtan banyoya tuvalete gidememiştim bir dönem küçüklüğümde, çocukluk işte, pardon nasıl buyurdunuz, ihlal ve işgal eden nazara karşı bireysellik mi, yanlış tespit efendim biz bireyci bir toplum değiliz, bizde entellektüellerimiz bile yaşar cemaatlar halinde, hem sonra birey olmak bireysellik filan sağlam pabuçlar değil, siz yoksa İskandinav ülkelerinde intihar oranlarının ne kadar yüksek olduğunu bilmez misiniz, bizde kimse intihar edemesin diye midye misali yapışırız birbirimize, alışkanlıklarımıza, tekerrürlerimize evimize... Evi olmayanlar mı dediniz, onları genellikle sıçan deliğine yollarız vakti gelince ya da onlar kaçıverirler kendiliğinden. Böyledir işte. Nasıl, bir nevi gönüllü sürgün mü dediniz.... Yok canım, daha neler. Sürgünün gönüllüsü mü olur? Sessizce uzaklaşmak mı bir şehirden, hem de en sevdiğin şehirden... Aman yanlışınız var! İstanbul’dan mı? Daha neler! Öyleyse neden mi dönemiyorlar geri dönülmüyor geri dönemiyorum geri? Cevaplamasam bu soruyu, sevmedim ben bu tekerlemeyi.

Biz gene turistik meselelere dönelim efendim. Nereden kehribar yüzük, gümüş kolye bulabileceğinizi de anlatayım. Zaten Kapalı Çarşı’ya gidersiniz bir daha ve bir daha... Türk safranı mı? Dikkat buyurmak lazım, bazen karıştırıverirler bizimkiler safran diye, kiremit tozu almayın. Yok iyidir bizim insanımız, altın gibi kalbi vardır. Ve dahi kötüdür, çiğdir, hamdır. Herkes gibi, herkes kadar. İstanbul mu buyurdunuz, lamı cimi yok, hiç tereddütsüz güzel şehirdir.

Senden bahsediyorum, sokaklarından, insanlarından, kalabalıklarından, yalnızlıklarından bahsediyorum; kelimelerimin arasına saklıyorum yüzünü, yüzlerinin içine gömüyorum kendi yüzümü. Ne de olsa elimi dahi sürmeden, dokunmadan, taşıyabilirim seni avuçlarım arasında. Ara sıra açar kaparım ellerimi, uç artık, uç biraz uzağa diye, sen inadım inat, taşı çatlatan inadınla yapışır kalırsın tenimde. Ne evimdin ne de evsiz kaldım sende. Ne geçmişim sende mühürlüydü ne de bir gelecek vaadi umdum yahut da buldum senden. Arada bir yerlerde, bilmez gibi ara yerlerin tehlikesini, hani şu taife - i cinin hep çarptığı eşiklerden birinde sıkışmış kalmış sana olan aşkım şehir. Kimseye göstermiyorum ne seni ne beni ne bizi. Görmesinler ki yabancılar, görmek zorunda kalmayayım yabancılığımı. Seni düşünmek şehir, ne kadar zormuş.

 

Temmuz 2003

 

İzlenme : 5856
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us