Seçtiğimiz her yol, seçmediğimiz yolların mezarlığı üzerinden yürümek demek aslında. Kayıplarının farkında olmalı ve yasını tutmalı insan, yolda yitirdiklerinin.
ÇOCUKLU?UMDAN zihnimde yer edecek olan en sevgisiz yüz babaanneminkiydi. İfadesiz, olabildiğince soluk, alabildiğine donuk. Eti - Puf’ların etrafına sarılı o alacalı bulacalı alüminyum kâğıtlara yapılanları andıran bir hali vardı yüzünün. Tıpkı onlar gibi birileri tarafından düzleştirilmiş, kırışıklıklarından olmasa bile tüm mimiklerinden arındırılmıştı adeta. Tanıdığım pek çok kadın gibi o da, karşılaştığı çocuklara başlı başına bireyler, ebeveynlerinden ayrı varlıklar gözüyle bakmayı başaramıyor olmalıydı ki, annemle babamın boşanmalarına dair fikirlerini ve tepkilerini bana yansıtmakta gecikmedi. Onunla beraber geçirdiğim günler boyunca hiç ara vermeden anlattığı dini hikâyelerin kıssadan hisse’leriyle Eti - Puf kırışıksızlığının bir bağlantısı var mı kestiremiyorum ama bana KORKU’yu ve korkmayı ilk o öğretti.
Korkum ne denli derin olursa olsun, dinlediğim dini hikâyeler içinde kimilerini kabullenmekte güçlük çekiyordu zihnim. En çok Eyüp peygamberin hikâyesiyle limoniydi aram. İki temel meselem vardı onunla: Biri bariz, öteki örtük. Bariz olanı saptamak kolaydı görece; Eyüp peygamberde fazlasıyla mevcut olan özellik bende namevcuttu: Sabır! Sabretmek ve yarının bugünden daha iyi, daha âlâ olacağına inanmak, akıl sır erdiremediğim muammaları arasındaydı bu dünyanın. Ama Eyüp’ün hikâyesiyle esas derdim, peygamberin hayatının kötüden betere, beterden faciaya doğru tam gaz, son sürat gittiği bölümler değil, tam tersine, işlerinin düzeldiği, yaralarının sarıldığı kısımlardı. Yani ne başından geçen hastalıklar ne yoksulluklar ne de vücudundaki cılk yaralar... Hiçbiri değildi bana garip gelen. Açılan her boşluğun yerine o boşluğun biçiminde kesilmiş bir varlık yerleştirmek suretiyle, geçmişin tüm kayıplarının giderilebileceği mesajıydı bir türlü içime sindiremediğim. Ben mutlu sonunu sevmiyordum bu hikâyenin. Her şeyin bu kadar kolay telafi edilebilmesini, edilebilme ihtimalini.
Evini kaybetmişti Eyüp peygamber ama yeterince sabrettiği takdirde ve sabrettiği için, en nihayetinde yeni, yepyeni bir ev edinecekti eskisinin yerine. Yaraları bir bir kapanacak, eriyen serveti yeniden katlanacak, kaybettiği her şey, istisnasız, gediksiz yenilenecekti, ne bir nebze eksik, ne bir radde farklı eskisinden. Karısını da kaybetmişti keza ama işte hikâyenin sonunda onun yerini bir başka kadın alacaktı nasılsa. Çocuklarını da yitirmişti sahi. Ama ne gam. Yeterince sabrederse şayet, eksilen her çocuğun yerine bir başkası, bir yenisi gelecekti sonunda, o mutlu sonda.
Bu hikâyeleri dinlediğim sıralarda nice yaşıtım gibi benim de diz kapaklarım, dirseklerim yara bere içindeydi daima. Özenle kaldırdığım her kabuktan geriye ince, çiğ pembe bir iz kalıyordu muhakkak. Kimileri geçiyor, kimileri kalıyordu benimle. Seviyordum o izleri. Anlayamadığım şey, Eyüp peygamberin cılk yaralarından geriye nasıl olup da tek bir iz dahi kalmadığıydı. Benim bildiğim, bir şeyler kalıyordu muhakkak; hastalıklardan geriye bir iz bedende, kayıplardan geriye suskun bir acı. Ve alttan alta seninle gelen, seninle beraber akan bir dip akıntı gibi bu denizde, o hüzün, öyle bir hüzün ki bir türlü gitmeyen, gıdım eksilmeyen. Nasıl olup da ölen çocuğunun yerine yenisini ya da mesela seni sürgün eden memleketinin yerine bir başkasını veya batırdığın bir hayatın yerine berikini ya da kaybettigin bir aşkın yerine bir başkasını koyabilir, geçmişte açılmış oyukları kapatabileceğini zannedersin bugünün kazanımlarıyla, ta ki ne bir gedik ne bir çatlak, hiçbir açık kalmayıncaya kadar kişiliğinin kör sağır duvarında? Bu kelimelerle olmasa bile böyle bir şeydi babaanneye söylemeye cesaret edemeyip, kendime sakladığım sitem.
Eyüp’ten sonra Lut’un hikâyesi vardı sırada. Ne kadar dinlersem dinleyeyim bu hikâyeyi, terk ettigi şehre dönüp de son kez baktığı için asla kızamadım ben Lut’un karısına. Her ne gördüyse orada, tuzdan bir heykelcik kesildi o; kocası ve oğulları devam etti yola. Oysa misal hiç bakmamak geriye, hatırlamamak geçmişi ve taşımamak o külfeti katbekat sırtında; madem ki ilerleyeceksin, kafa yormamak geride bıraktıklarına, yasını tutmamak... Yaşasaydı Lut modern zamanlarda, uyum göstermekte hiç zorluk çekmezdi kanımca ilerleme fikrine. Aydınlanmaya, ulus - devletlerin inşasına, “dün dündür / işimize bakalım” zihniyetine ve geçmişin, tıpkı çağrıştırdığı fiil gibi eninde sonunda geçip giden bir şey olduğunu zannedenlere.
Attığın her adım, edindiğin her kazanım, gelen her başarı kendine has kayıpları da getiriyor beraberinde. Ve hayat, dört ayın üzerindeki bebekler oynasın diye icat edilmiş bir geometri seti oyunu degil. Üçgen biçimindeki boşluğu bir üçgen, yuvarlak biçimindeki boşluğu bir yuvarlak, dikdörtgen biçimindeki boşluğu dikdörtgen bir tahta ile kapatarak kazanabileceğin... Seçtiğimiz her yol, seçmediğimiz yolların mezarlığı üzerinden yürümek demek aslında. Kayıplarının farkında olmalı ve yasını tutmalı insan yolda yitirdiklerinin. Tuz da kesilsek, taştan bir heykelcik de, geriye baktığımızda, daha sahici oluruz biz ve çok daha daha inandırıcı hikâyelerimiz, yitirdiklerimizle yüzleşe yüzleşe ilerlemeyi seçtiğimizde...
Ağustos 2003