Seçimlere ramak kala Türkiye’de meydanlarda yapılan konuşmalara kulak verdikçe bir başka kıtadan, görünen o ki, bayrak–vatan–demokrasi suyuna temcit pilavı değil, ‘CEHALET’tir kutsanan. Hayli eski ve tanıdık, ama bir o kadar güncel bir diyalog–oyunu oynanan. Diyalog denince malûm ya, iki adet aktör gerek oynamaya. Bir tarafta bilgisiz ve otoritesiz kişi duracak, nâm–ı diğer ‘Cahil’ diğer yanda da, hem bilgiye hem de otoriteye sahip olan. Gerisi hep aynı kalıp: ‘Cahil’ soracak ki, ‘Bilen’ yanıtlasın; ‘Cahil’ yanılacak ki, ‘Bilen’ düzeltsin. Biri olacak ki, öteki de vücut bulabilsin onun aynasında. Bilginin iktidarına ve iktidarın bilgisine sahip olanlar, ‘Cahil’i içten içe hep çok sevdiler.
Mesela ne vakit yeni bir ürün çıksa piyasaya, ne vakit teknoloji gibi akılların zor erdiği, dilin zor döndüğü mevzulara dair bilgilendirmek gerekse tüketici kesimini, karmaşığı alabildiğine basitleştirecek diyaloglara ihtiyaç duyar reklam sektörünün cevval beyinleri. Onların da buldukları iğreti karikatür, bu güldürmeyen gülünç, bu tanıdık yabancı, bizim şu ‘CAHİL’den başkası değildir. Piyasaya sürülecek yeni mal, onun kişiliği üzerinden tanıtılır olası kullanıcılarına. Tıpkı Telsim reklamlarında nicedir yapılageldiği üzre. Formül son derece basittir ve dört ayrı unsurdan oluşur. Birinci unsur, sunulacak bilgi paketidir. Yani tanıtılan ürünün kendisi. İkinci gerekli unsur, söz konusu ürünü tanıtacak olan “bilen–özne”dir. Yani bir adet okumuş adam. Bu kişi, tanımı gereği bilgili, eğitimli ve muhakkak sabırlı olmalıdır. Formülün üçüncü gerekli unsuru, “soran–nesne”dir. Yani cahilin teki. O da tanımı gereği alabildiğine bilgisiz, eğitimsiz ama muhakkak girişken olmalıdır. Formülün bu üç elzem parçası yerli yerine oturduğunda, piyasaya sürülen yeni ürün, “okumuş adam”ın ağzından “cahil adam”a anlatılacaktır sabırla. Yeni teknolojik ürünün ismi ve künyesi İngilizce olduğundan, ‘Cahil’ bu dili çözmekte zorlanır. Bilmediği kelimeleri, bildiği dile uydurarak, kendi dilini değil, ürünün ismini dönüştürür. Böylece ortaya ne İngilizce, ne Türkçe olan, sıkışmışlığında kutsanmış bambaşka bir dil çıkıverir. Cahil, ‘Bilgili’ye saçma sorular sorarken komik durumlara düşer, düşebilir. Ziyanı yoktur. Düştüğü yerlerden gene öteki kaldırır onu. Cahil sorar, ‘Okumuş’ açıklar. Cahil habire yanlış anlar, ‘Okumuş’ sebatla doğrusunu anlatır. Cahil gülünesidir; ama ‘Okumuş’ ona gülmez. Cahil acıklıdır; ama ‘Okumuş’ onun hâline üzülmez. Niçin üzülsün ki? Tam tersine gurur duyabilir kendisiyle, böylesine umutsuzca kısır ve insafsızca sığ bir adama dahi sattığı malı pazarlamayı başardığı için.
Bir adet Her–Şeyi–Bilen ile bir adet Hiç-Bir-Şey-Bilmeyen arasında geçen diyalog Telsim’in icadı değil elbette. Hani deşmeye kalksak, köklerinin bizdeki reklam sektörünün tarihçesinden çok daha eskiye uzandığını görebileceğiz. Karagöz–Hacivat diyaloglarının altında da benzer bir eğitim ve idrak eşitsizliği vardı. Keza başta Felatun Bey ile Rakım Efendi olmak üzere erken dönem Türk romanlarının da şaşmaz konusu ve kurgusuydu Batı hayranı Cahil ile ayakları yere sağlam basan, kendi kültürüne demir atan Bilgili arasındaki tezat.
Bununla birlikte, ‘Bilen’ ile ‘Bilmeyen’ diyalogları bize özgü bir icat değil elbette. Eski Yunan düşünce sistematiğinde Zenon da dahil olmak üzere pek çok düşünürün savunduğu; ama bugüne daha ziyade “Sokratik konuşma/bilgilenme yöntemi” diye devreden diyaloğun da yapı taşlarını, benzer şekilde dizilmiş soru–cevap zincirleri oluştur. Aynı temelden hareketle filozofların rolünü ebelerinkine benzetir Sokrates. Tıpkı bir ebe gibi filozofun da yapması gereken, kişinin zaten içinde olan canı çekip çıkarmak ve dünyaya getirmektir. Yani filozofun görevi bir insana dışarıdan bilgi yüklemek yerine, ona zaten bilmekte olduğu şeyi göstermek; içinde taşıdığı bilgiyi öğretmektir. Öğrencisi sorar, filozof yanıtlar. Birinin bilgisizliği ötekinin bilgisine ışık, iktidarına ayna tutar. Keza, Campanella’nın 1602 yılında yayınlanan Güneş Ülkesi adlı eseri de, bir Batılı denizcinin deniz yolculuğunda başından geçenleri ve Batı toplumlarına hiç benzemeyen bir başka toplumun varlığını keşfedip, döndüğünde bunları çevresindekilere aktarışının hikâyesidir. Kitap bir diyalog şeklinde tasarlanmıştır. Cenovalı kaptan, deniz yolculuğunda başından geçen maceraları bir eğitimsiz birine, bir ospitalario’ya anlatır. Beriki sordukça, kaptan da daha ayrıntılı anlatma imkânı bulur hikâyesini. Ve tıpkı Telsim reklamında olduğu gibi, burada da diyaloğun esas muhatabı eksik olan dördüncü parçadır. Yani alıcı. Yani okur. Yani biz.
Ama işte tüm benzerlikler bir yere kadar. Sokratik diyaloglarda, ütopik tasarımlarda ya da erken dönem Türk romanlarında karşımıza çıkan ‘Cahil’ önemli bir şey yapmaya teşvik ediliyordu: öğrenmeye. Öğrendikçe değişip dönüşebilecekti ve en nihayetinde, cahil olmaktan kurtulabilecekti. Zira cehalet, giderilmesi gereken bir maraz, düzeltilmesi gereken bir kusur olarak görülüyordu. Bu düşünce geleneği ile gerek Telsim reklamlarında, gerekse seçim meydanı nutuklarında karşılaştığımız yaklaşım arasında fersah fersah fark var. Bugün artık cehalet, giderilmesi gereken bir maraz, kurtulunması gereken bir karanlık veya aşılması gereken bir kara kuyu olmaktan çıktı. Artık cehalet utanılacak bir şey değil. Artık ‘Cahil’ kendini değiştirmek zorunda değil. Aksine, aman zahmet buyurmasın; o olduğu gibi kalmalı, mümkün olduğunca sabit. Bilginin iktidarına ve iktidarın bilgisine haiz olanlar, ‘Cahil’i tam da bu hâliyle tanıyıp benimseyerek bağrına basmalı. Ne yapıp ne edip muhakkak ‘Cahil’e yaranmalı. Ne yapıp ne edip ‘Cahil’in oyunu almalı.
Seçim meydanlarında cehalet kutsanıyor.
Cahil, cesur olurdu öteden beri. Ama bir yandan da bilirdi cehaletini, er ya da geç değişmesi gerektiğini. Şimdiyse sapasağlam, sabitkadem bekliyor kutsanmış karanlığında. Bekliyor politikacıların, reklamcıların, pazarlamacıların ayağına gelmesini.
13.10.2002