. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>



Yazılar
İşgal altında sanat mümkün mü?

2000 yılında New Left Review’da yayınlanan bir değerlendirme yazısında Edward Said, nam–ı diğer “Filistin meselesi”nin Amerikan toplumunun sonuncu tabusu olduğunu ifade etmişti. Her biri başlı başına birer “dokunulmaz” olan kürtaj, eşcinsellik, idam cezası ya da askeri harcamalar gibi konular dahi Amerika sınırları içinde farklı cephelerden sorgulanabildiği halde, mesele “işgal altındaki Filistinliler”e geldiğinde, sesler aniden cılızlaşıyor, görüş farklılıkları büsbütün azalıyordu. Said bu makaleyi kaleme aldığında 11 Eylül faciası henüz yaşanmamıştı. Eğer son otuz yıldır Filistin meselesinin başlı başına bir tabu halini aldığı söylenebilirse, 11 Eylül sonrası bu tabunun çok daha vahim bir boyut kazandığı ortada. Medya, bu tabunun işlerlik ve yaygınlık kazanmasındaki en önemli mekanizma. Ve medyanın yaptığı temel şey, “hakiki olan” ile “hayali olan” arasındaki ayırımı sistematik bir biçimde silip, silikleştirmek. Savaş, orada bir yerlerde kimi insanların yaşadığı bir durumdan ibaret sadece. Batı ve Doğu kamuoyu en iyi ihtimalle, bu “durum”a samimi bir ilgi göstermeye başlasa bile, gerçeklik eşiği aşınmış bir kere. Ölüm sahiciliğini yitiriyor kayıplar istatistiklere, çatışmalar haberlere dönüştüğünde.

 

Medya, uluslararası arenada yaşanan her türlü savaş ve çatışmanın gerçekliğini benzer şekilde aşındırsa da, Filistin meselesinin tamamen kendine has bir niteliği var. Bu sefer bir bütün olarak savaşın kendisi değil, bilhassa taraflardan bir tanesi sistematik bir biçimde ötelenen. Varlığını Bernard Lewis’e, popülerliğini Samuel Huntington’a borçlu olan “medeniyetler çatışması” senaryosunun minyatür bir düzlemdeki tezahürü olarak algılanıyor yaşananlar. Üstün Batı uygarlığının uzantısı durumundaki İsrail tüm sorunları ve acılarıyla birlikte “hakiki”, onu çevreleyen rakip ve daha hakir bir başka uygarlığın tüm sorunları ve acıları ise “hayali”. Said’in de altını çizdiği gibi, Batı kamuoyunun gözünde Filistinli ya potansiyel bir teröriste ya da hayaletimsi bir figüre dönüşmüş durumda.

 

Böylesi bir hegemonyaya karşı kendi karşıt–söylemini yaratmayı amaçlayan Filistin sivil toplumu, Arap dünyası içinde eşine rastlanmayan bir gelişme ve zenginlik gösterdi son otuz yıl içinde. Bu zaman zarfında Filistin’de art arda kurulan özel televizyon kanalları, bölgede bir tek iç–savaş–öncesi–Lübnan’da rastladığımız türden bir ifade özgürlüğü ve ademimerkeziyetçilik arayışına tanıklık etmişlerdi. Temel haberleşme kanalı yazılı değil görsel medya olan bir toplumda televizyonların salt niceliksel değil niteliksel çoğalımının açılımları son derece radikal olabilirdi. Olmadı. Filistin sivil toplumunun kendi vaatlerini yerine getirmekteki yetersizliği, kifayetsizliği, salt ekonomik–yapısal sorunlar ya da bir “dış düşman baskısı” ile açıklanamaz. Mesele aynı zamanda, ulus–devletleşme projesi güden toplumlarda görülegelen bir üst ve kapsayıcı kimlik yaratma ihtiyacı ve bu ihtiyaç adına olası tüm alternatif kimliklerin kenarlara itilmesi, ötelenmesi sürecidir.

 

Filistin toplumu, mevcut hegemonyaya karşı bir karşıt–hegemonya yaratma gayreti içindeyken, kendi içindeki çeşitliliğin ve farklılığın dillendirilmesine ne kadar müsaade edebilecek? Ortak bir amaç uğruna birleşme ihtiyacının bu kadar başat olduğu bir toplumsal formasyonda ortak kimlikten şu veya bu sebepten ötürü sapanlar nereye yerleştirilecek? Çektikleri belgeselleri göstermek ve konuşmalar yapmak üzere Amerika’nın çeşitli üniversitelerine davet edilen Filistinli feminist film–yapımcılarının belgesellerini izlerken bu soruların cevaplarını düşünmeden edemiyorum. Sanat, sadece gelişmiş ülkelerin karnı tok gözü pek bireylerinin yararlanabileceği bir lüks mü? Ezilen bir toplum içinde başka başka sömürü ve eşitsizlik ilişkilerinden söz etmek gereksiz bir spekülasyon mu? Sadece İsrail işgali altındaki Filistinlilerin ahvalinden değil, bizzat Filistin toplumunun içinde deveran eden nepotizmden, erkek egemenliğinden, milliyetçilikten, bağnazlıklardan konuşmayı ne kadar ertelememiz gerekecek? Dışarıdan değil de içeriden işleyen tahakküm aygıtlarından, her türlü dinsel–cinsel–siyasi ve kültürel heterodoksiye karşı uygulanan irili ufaklı örtük ya da açık baskı biçiminden söz etmek bir lüks mü? Peki ya sanat, yani sadece hakikati tamir etmeyi değil, hayali olanı da kışkırtmayı da amaçlayan sanat böylesi bir ortamda “ekmek bulamayanlara pasta önerisi mi?”

 

Benzer sorular, benzer sorunlar, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımlarının ardından dağılan, parçalanan Frankfurt Okulu teorisyenleri açısından da düşündürücüydü. Bunca acı, böyle derin bir trajediden sonra entelektüellerin hâlâ bir araya gelip alıcısının da satıcısının da kendileri olduğu polemiklerine, analizlerine, akademik–sanatsal etkinliklerine devam etmeleri mümkün müydü? Ölüm yaşamdan daha yakınken, sanatsal ve estetik açılımlardan bahsetmenin anlamı olabilir miydi? Adorno’nun ifadesiyle sorarsak:

 

“Acaba Auschewitz’den sonra sanat hâlâ, şiir hâlâ mümkün mü?” “Acaba işgal altındaki Filistinliler için sanat, yani öyle siyasi bir amacı olmayan hatta bazen hiçbir amacı olmayan türden bir sanat özünde fuzuli bir uğraş, bir nevi şimdi–sırası–değil, göze alınamayacak bir lüks mü?”

 

Filistinli feminist film–yapımcılarından benim konuştuklarım, konuşmalarını dinleyebildiklerim, acil hakikatler uğruna böylesi soru ve uğraşları belirsiz bir geleceğe erteleme yanlısı. Her türlü eleştirinin rahatlıkla yapılabileceği ortamı hazırlayıncaya kadar hemen her türlü içsel eleştiriyi erteleme kararında görünüyorlar. Oysa her şey gibi, eleştirinin de vardır elbet bir son kullanma tarihi. Ertelenen, rafa kaldırılan, dondurulan, bastırılıp kapalı kutulara doldurulan eleştiri, günün birinde açılsa bile, nasıl koruyabilir tazeliğini, dinamizmini? Olsa olsa küflenmiş ve pörsümüş, kokuşmuş ve çürümüş bir posadır artık vaktiyle taze ve keskin olandan geriye kalan.

 

Ve sanat, ve şiir, ve estetik, ve lüks gibi görünen ne varsa, tam da şu anda, tam da burada, hem de Auschewitz’den sonra, hem de işgal altında, tam da buna rağmen, tam da inadına, tam da ertelemeye gelmediği için mümkün hâlâ.

 

27.10.2002

 

İzlenme : 3654
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us