|
|
Yazılar |
Aşk Müzesi |
ZİHNİMİN kancalarına takılan kimi resimler var, görüp de unutamadığım, bir kez karşılaştıktan sonra izlerini renkli bir gölge gibi yanımda taşıdığım. Bunlardan bir tanesi, 1894 senesinden kalma. Âşık bir çift var tabloda. Hem merkezinde hem de adeta bütünündeler resmin. İki seçenek geliyor akla: Ya aşkları her yanı kaplamış, lav lav akmış ve taşmış dört yana yahut onlar kendilerini kâinatın merkezi sanmakta. Bariz ve esrarengiz bir ahenk var aralarında, sanki iki ayrı beden değil, iki başlı yekvücut bir organizma teşkil ediyorlar. Ayrı ayrı değil ancak bir çift olarak algılıyor onları izleyici. İlahi bir tutkal ile sıkı sıkıya yapıştırılmışlar. Görünmez bir duvar ile etraflarından yalıtılmışlar. Rüzgar ve güneş ve toplum ve hakikat o duvara toslayıp gerisin geri dönüyor, onlara değemiyor. Ne de olsa yeni aşıklar. Ve daha başka nice taze âşık çift gibi, bu çiftin de gözleri birbirlerinden başkasını görmüyor. Birbirlerinin bedenlerinin bittiği yerde son buluyor evren de. Ama belki de isabet olmuş bu körlük. Zira onlar bunu tam anlamıyla idrak edemese de, tabloya bakan izleyici göz biliyor ki etraflarındaki dünya tam bir harabe. Tablonun ismi Yıkıntılar Arasında Aşk . Ressam Sir Edward Coley.
Tutkuyla, inatla, zıtlıkla... Bu tabloya bakan göz irkilir. Nasıl bir felaket yaşanmıştır orada acaba? Belki taş üstünde taş bırakmayan şiddetli bir deprem olmuş, belki oluk oluk kan akıtan bir savaş yaşanmış, belki de Tanrı, gazabıyla taşlar kayalar yağdırmıştır insanlığın üzerine. Sebep ne olursa olsun facianın izleri her yerdedir. Doğa ezik, hayat ümitsiz, insanlar kederlidir. Ne var ki kıyametin kopayazdığı bu yerde nasıl olduysa gene de âşık olmuştur birileri. Etraftaki hüzne rağmen gene de mutludur onlar, ayaklarından asılan toprağın ağırlığına ve acısına rağmen gene de uçmaktadır âşıklar.
Aşk hep yıkıntılar arasındadır aslında. Hangi yüzyıl, hangi mekân, hangi şartlar altında gelişirse gelişsin, hep etrafıyla tam bir uyumsuzluk sergileyecektir ve ait olduğu genel çerçeveden daha renkli, daha parlak, daha canlı, daha albenili kaçacaktır her zaman. Etrafı enkaz yığını ve umutsuzluk kaynağı olsa da aşk kendini var edecektir toprağın altında alternatif bir memba bulan inatçı ve azimli bir bitki gibi. Böyle gelişecektir ilk başlarda. Tutkuyla, inatla, zıtlıkla... Ve körlükle.
Ebedi ve ölümsüz Aşkın takip eden safhası Wassily Kandinsky’nin, Ufak Hazlar (Little Pleasures) isimli tablosunu andırır yakından. 1913 tarihlidir bu resim, Birinci Dünya Savaşı kopmadan evvel, insanlığın topyekûn imha ve kitlesel acıya sürüklenmesine ramak kala yapılmıştır. Moral bozucu nice gelişme, kaygı uyandırıcı nice bela yaşanırken arka arkaya, tüm bunların ortasında, uçarı, kaotik, yaşama arzusu aşılayan ufak, ufacık hazlar....
Sanatta Ruhaniyet Üzerine (1912) başlığını taşıyan kuramsal incelemesiyle soyut resmin temellerini atan Kandinsky en capcanlı renkleri mümkün mertebe kontrolsüz ve sansürsüz uygulamaktan yanaydı tuale. Bırak çıksın bilinçaltın, aksın ifşa etsin kendini, nereye giderse. Nesne resmin kaçınılmaz bir parçası sayılmıyor artık; hatta nesnenin olduğu gibi sergilenmesi dahi gerekmemekte. Kandinsky mistisizme meyyal biriydi. Ve bu gördüğümüz, dokunduğumuz dünyanın, asla hakikatin ve varlığın bütünü olmadığına inanırdı: Ellerimi uzatabildiğim boyuttan ötesi var. Ve o ötede yeniden şekilleniyor biçimler, karışıyor renkler. Aynı resme bakmanın birden fazla yolu var. Bu sebepten aşkın bu ikinci safhasındaki dinamikleri en iyi yakalayıp anlatanlardan biridir Kandinsky. Çünkü aşkın yazı, bu maddi boyutta değil, bir öte mekânda gelişir, serpilir. Dünyeviden ziyade uhrevi ve semavidir. Orada kayar görüntüler; asit tribine girmiş bir ruha çizdirilmiş bir resim gibi artık her şey iç içe, her şey olasıdır. Müthiş bir özgüven, küçücük şeylerden mutlu olabilme yeteneği, yetinmenin yetinebilmenin güzelliği, uçuşkan renkler ve desenler. Bu safha, âşıkların aşklarını ebedi ve ölümsüz sandıkları aşamadır.
Atıl bir dinginlik Yazdan sonra aşk tavsar. Hem de süratle. Tutkudan geriye alışkanlıklar; bitimsiz addedilen o delişmen hareketten geriye atıl bir dinginlik kalır sadece. Rutin olanın kudreti her şeye egemendir bundan böyle. Gerçi yan yana eleledir gene çiftimiz ama birbirlerini bir an dahi görmeseler özlediklerinden değil de, başka türlü olunabileceğine ihtimal vermediklerinden. Fazlasıyla alışmışlardır birbirlerinin huyuna suyuna, hatta ve hatta kıskançlılarına, komplekslerine, sevimsizliklerine. Velhasıl, böylesine kanıksarken birbirlerini, aynı zamanda da yabancılamışlardır birbirleri dışında kalan her şeyi ve herkesi. ‘Dışarısı’ ürükütür onları, içlerinden biri buna cesaret edene kadar ‘içeride’ kalacaklardır, kendilerini tükete tükete. Fitilini yiyen bir ateştir aşk bu aşamada. Berikinin bedeni, her bir noktası keşfedilmiş, içinde ne sürprizlere ne engellere yer olan tanıdık bir diyardır. Sevgilinin yanında tutku değilse bile, sevgi ve huzur bulunması nadide güzelliktedir gene de. Ilık bir öğleden sonra yan yana uzanıp korkusuzca kaygısızca, yarın diye bir şey yokmuşçasına beraber uyuyabilmek açık havada. Van Gogh’un 1890 tarihli Öğleden Sonra Şekerlemesi nde olduğu gibi. Bozulana kadar bu dinginliğini korur aşkın ‘kanıksanmışlık’ aşaması. Uyanana kadar devam eder bu dingin öğleden sonrası rüyası...
Ayrılık sonrası Rüya biter, yel döner. Sevgililerden biri diğerinden evvel uyanır her zaman. Aynı anda silkinmez eşler uykularından. Keza o bariz ve esrarengiz ahenk, ilşkilerin başlarında vardır sadece, sonlarında değil. Aynı anda terk etmez insanlar; muhakkak biri terk eder, biri terk edilir. Kendiliğiden uyanır ve usulca ayağa kalkar biri; bakar tarlaların ötesindeki dünyaya merakla. Cesareti varsa yürür o tarafa. Tesadüf ya da tevafuk, ne dersen artık, karşısına bir başkası çıkana kadar yürür. Gün akşam olur. Uyanır geride kalan, terk edilen. Yapayalnız olduğunu görür acıyla, hem de nicedir yapayalnız olduğunu. Panikler. Ayaklanır. Aramaya başlar sevdiğini ve eski günlerini.
Topkapı Müzesi Kitaplığı’nda büyüleyici bir resim var, Hazine 786 numaralı. İsmi Mecnun Çölde . Çerçevenin içinde bir genç adam, nicedir yalnız ama zinhar unutamıyor eşini, sevdiğini. Ayrılıktan deli divane olmuş Mecnun, geçmişi bugününe, saçı sakalına karışmış; ayaklı bir keder ve eskimeyen bir hafıza abidesi, oturuyor hayvanlarla çevrelenmiş bir halde. Geyikler, çakallar, arslanlar... Onlarla dertleşiyor. Anlatıyor da anlatıyor insanlara anlatamadıklarını. Aşkın ayrılık sonrası safhası bu. Nerede olursan ol, çölden çıkamadığın aşama.
Eski sevgilinin hatırası Kendini insanların kaba hakikatlerinden ziyade çiçeklerin zarif bilmecelerine yakın hisseden ve Amerika’dan da Amerikalılardan da ürktüğünü gizlemeyen Amerikalı ressam Georgia O’Keeffe’in bir tablosu. 1950’lerin sonlarından kalma. Toplumda bulunamayan ama doğada hâlâ mevcut olan bir saflığın ve bütünselliğin arayışı. Tamamlanma ihtiyacı. Mükemmelliğin mümkün olduğuna dair dinmeyen bir inanç ve inat. Tablonun ismi Aya Uzanan Merdiven . Başı da sonu da boşlukta merdivenin, öyle ki nerede başlayıp nerede bittiğini söylemek mümkün değil. Böylesine boşlukta, havada asılı olmasına rağmen sapasağlam çakılı izlenimi veriyor. Eski sevgilinin hatırasıdır Aya Uzanan Merdiven . Hiçbir yere kaldıramazsın, hiçbir köşeye sığdıramazsın. Onunla bir yere varamazsın. Alıp bir başka yere taşıyamazsın. Kopuk bir ayrıntı, kesik bir damar gibi kanar hafızanda. Öylesine asılı kalır zihninin boşluğunda. Kimseye anlatamazsın.
Resimler resimlere evrilir, mevsimler mevsimlere. An gelir, sıkılıp kaldırırsın bütün tablolarını, dünyayı dolaşan ama eninde sonunda gene başladığı yere varacak olan, seyyar mı seyyar Aşkın Halleri Müzesi’ne. Zihninin kancalarına takılır kimi resimler, görüp de unutamadığın, bir kez karşılaştıktan sonra izlerini renkli bir gölge gibi yanında taşıdığın.
Şubat 2006
|
İzlenme : 7974 |
Geri Dönmek İçin Tıklayın |
|
|
|