"Hadi kuşlar, gidiyoruz!" diye haykırdı gagasını kafasının üzerinde taşıyan cevval anlatıcı, mikrofonu kaptığı gibi.
Kumpanyanın öteki kuş elemanları kanatlanacak gibi oldular ama tam o esnada kalabalığın içine bodoslama dalan belediye otobüsü yüzünden, Kaf Dağı na doğru açtıkları kanatlarını kös kös indirmek durumunda kaldılar. Şoförüne kimsenin söz geçiremediği belediye otobüsü yaklaşık bir beş dakika boyunca hiçbir yere kıpırdayamadığından, içindeki yorgun argın yolcular, yüzlerini camlara yapıştırmış vaziyette rehin kalakaldılar göstericiler ile izleyiciler arasında. Nihayet otobüs kımıldar gibi olduğunda, her türlü zorluğu yenmeyi sokak tiyatrosu yapmanın gereği kabullenmiş kanaatkâr kumpanyanın davudi sesli anlatıcısı, kalabalığa dönerek tekrar haykırdı.
"Gidiyoruz kuşlar!" Kati komutu alır almaz, oyuncular önde, izleyiciler arkalarında, bir harekettir başladı meydanda. "Simurg a gidiyoruz, Simurg a!"
Simurg kim ola?
"Nereye gidiyomuşuz, nereye?" dedi izleyicilerden bir genç kız, sevgilisinin omuzuna yasladığı başını kaldırıp.
"Yürü işte, gidiyoruz" diye çıkıştı beriki.
"Öyle de can sıkıntısı, böyle de!"
Can sıkıntısı! Bir dönem Fransız Komünist Partisi nin öndegelen teorisyenlerinden olan Henri Lefebvre, can sıkıntısı dediğimiz şeyin sadece gündelik yaşamı yoğurup biçimlendirmekle kalmadığına, aynı zamanda sistemin sürekliliği açısından da temel önem taşıdığına dikkat çekmişti. Tekrarların, geçiciliklerin, sorgusuz sualsiz kabullerin alanıydı gündelik hayat; alışkanlıkların akışkanlığıydı. Bu biteviye akış içerisinde, anlardı önemsenmesi gereken: Teslimiyete ve inkara, aşka ve nefrete, hayal kırıklığına ve umuda dair küçük küçük, kesik kesik anlar. Tam da bu sebepten ötürü, bir toplumsal yapıyı kurumlardan ya da sınıflardan, iktidar ilişkilerinden ya da iktisadi verimlilik dinamiklerinden ziyade, anlarına bakarak çözümlemekti Lefebvre in getirdiği öneri. O soyut noktacıklarda düğümleniyordu zira, modernitenin yapışkan kodları. İnsanların hiçbir rol üstlenmediği o kesintili anlarda, geçici sapmalarda, yani ilk bakışta alabildiğine masum ve fevri olanda yatıyordu zerre kadar masum, zerre kadar fevri olmayan sistemin temel dinamikleri. Bir ev kadınının, birkaç saniyeliğine de olsa ev kadınlığından uzaklaştığı an mesela... Farklı farklı toplumsal aidiyetlerden envai çeşit insanın, pürcümbüş bir sokak gösterisini izlemek üzere kalabalığa karışıp bilinçdışına kaydıkları an ya da...
Nereye gidiliyor, niye gidiliyor?
"Simurg, kuşların kralının adıdır!" diye hoparlörlerden haykırdı anlatıcı, kalabalığın içinde gözlerini kırpıştırarak sevgilisinden cevap bekleyen genç kızın sorusunu işitmişcesine.
Ama bu somut açıklama bile yetmedi izleyicilerin kafa karışıklığını dindirmeye. Yetmedi zira, Fransız oyuncuların aksine, meydandaki Türk seyirciler için alabildiğine yabancı ve bir o kadar tuhaf bir kelimeden ibaretti Simurg. Keza Ferideddin Attar ın ismini de, duymamızla unutmamız bir oldu. Gene de yürümeye devam etti kalabalık, maketlerin peşisıra. "Nereye?" gidildiği kadar, "niye?" gidildiği de meçhuldü. Oysa cumartesi gecesi Taksim Meydanı nda canlandırılan hikâyenin kökleri, erişilmez uzaklıktaki Kaf Dağı nın ardında değil, bizatihi bu ülkenin kültürel, dinsel, toplumsal tarihinde yankılanıyordu. Yankısına ses veren olmadığını göre göre...
Kapı komşumuzun Acem mülkü ve geçmişimizin kubbesinde, bâki kalamasa da hâlâ çınlayan bir Tasavvuf kültürü olmasına rağmen, ne Attar ı okumuşluğumuz var evvelinden ne de Simurg un cismini görmeye niyetlenmişliğimiz.
Canımız sıkılıyor ya, yürüyoruz işte. "İşin de, can sıkıntısının da canı cehenneme!" diyerek, hayatın bitimsiz bir festivale dönüştürülebileceğine inanan Sitüasyonistlere ve an dan yola çıkarak bütünlüğe ulaşmanın peşindeki Lefebvre e rağmen, biz milletçe, koca ve karman çorman bir güruh halinde, gayesiz ve geçmişsiz kayıp gidiyoruz sadece. Osmanlı dan Cumhuriyet e gelirken geçtiğimiz yollara bıraktığımız ekmek kırıntılarını kuşlar gagaladığından beri, ne dünümüzün bilincindeyiz ne yönümüzün. Her yürüyüşümüz bir kendinden kaçış. Gerçi kendimizden pek fazla uzaklaşamadığımızın da pekâla farkındayız. Olsun varsın. Nasıl olsa fark etmeyecek. Öyle de sıkılıyor canımız, böyle de.