EL CEVAP: Durumu anksiyete nevrosa tarifine uygun düştüğünden ötürü, Xanax ı vaciptir.
Her roman yazma mevsiminde olur olmadık karşıma çıktı bu fetva. Kalp, akciğer, daralan damarlar, mide spazmları, artan migren krizleri, boyun ağrıları, kireçlenme...vb. şikayetler için kapılarını aşındırdığım envai çeşit doktor, ağız birliği etmişçesine her seferinde anksiyete nevrosa yazdı kağıtlara. En sonunda kabul ettim, itaat ettim, el Hak, anladım ki, ne zaman yazmaya koyulsam, endişe daimi yakıtım. Tıpkı terlemek gibi istemsiz, tükürük kadar tabi, bedenim üretiyor bu kimyayı; gözeneklerimden sızıyor endişe, ben farkında olsam da olmasam da. Yazma mevsimi geçene kadar ne gecesi var ne gündüzü, ne amanı var ne desturu, endişe soluyup endişe sayıklıyorum. En yakınlarımı da bu girdaba benimle beraber sürüklemeyi ihmal etmeyerek. Kitap satır satır yazıldıkça biz siliniyoruz gıdım gıdım. Burunlarından fitil fitil getiriyorum en yakınlarımın, dostluk yahut aşk sütünü.
MESELE: Durumu anksiyete nevrosa tarifine uygun düşen yazarın en yakın çevresindeki talihsizlere ne lâzım gelir?
EL CEVAP: Tanıklık ettikleri yazma mevsimi boyunca hırpalanmaları işten bile olmadığından, onların da Xanax ı vaciptir.
Ne vakit bir romanın içinde olsam, küreklere yapışmış hurra, iki ana akıntı var endişe girdabına doğru hızlanan: birincisi, somut olan, görece bahsetmesi kolay olan. İkincisi en beteri, sebepsiz endişe, çözmesi çözülmesi en zor olan. Bu sebepten bir kenara bırakarak birinciyi, ancak ikinciden bahsedebilirim. Velhasıl somut endişelere örnekler:
Pinhan ı yazarken durup durup beynimi tırtıklayan bir endişe, romandaki damar damar tasavvuf alt okumalarının kimleri nasıl ve ne kadar rahatsız edeceğiydi. İbn Arabi yi kafirlerin şeyhi bilen asırlık yaklaşım, İbn-i Arabi yi şeyh-ül ekber bilen asırlık yaklaşıma ne kadar tahammül gösterebilecekti acaba? Ne naiflik. Tasavvufun üst okumalarına vakıf olan o kadar az insan vardı ki memleket entelijensiyası arasında, alt okumalara varmaya fırsat kalmadı kitap çıkınca. Tepki gene gele gele muhafazakâr koylara demir atmış kimi kesimlerden ve bu kitapta ne çok Osmanlıca kelime var böyle? diye mızmızlanan kültür tembellerinden geldi. Onlar da zaten her şeye diş bilemeye hazır ve nazır olduklarından, son tahlilde bütün yollar endişelenmeye-gerek-yokmuş a çıktı.
Şehrin Aynaları nı yazarken, kitabın varacağı yerden ziyade gidişatından endişe ettim. Sonuçta ortaya varmak ile gitmek ikilemi üzerine çözümlemeler sunan metinler çıktı. Kendi kaygılarım ben farkında olmadan romana yön verdi.
Mahrem endişenin dibine vuruşum. Kendi yazdığım romana söz geçiremediğimi anlayıp teslim olduğum aşama. En somut endişem, üçüncü bölümü yazarken, kız çocuğunun uğradığı tecavüzün anlatıldığı sahne. Romanın el mahkûm o yöne gideceğini bilsem, yazmaya başlar mıydım, belki de hayır. Üç aşamalı kitabın üçüncü aşamasının bu kadar karanlık olacağını bilsem, muhtemelen ne bir i ne iki yi yazar, en iyisi sıfır da soluklanırdım. Kucağımda dosyam, yeni bitmiş roman, yayınevine yollanıyorum, yollanıyorum da bacağımın biri gelmiyor benimle, paniğe kapılıyorum, kesin tıkandı damarlarım, soluğu doktorda alıyorum o günün akşamında.
MESELE: Alabildiğine kasvetengiz bir romanı yeni bitirmiş, aylarca bu romandan başka bir şey düşünmemiş yememiş içmemiş ve dengeyi hafiften yitirmiş, durumu vahim yazara ne lâzım gelir?
EL CEVAP: Durumu Xanax ötesi boyuta ulaştığından, diyazem i vaciptir.
Bit Palas yüreğimde bir sıkışma, yazdığım konulardan etkilendiğimi, yarattığımı zannettiğim karakterlerin aslında beni yarattıklarını anladığım safha. Sen misin kimselere çaktırmadan usul usul kendi kendini kesen Mavi Metres ya da Fortuna ya söz geçiremeyeceğini nihayet anlayan siyaset bilimci veya baki nihilist, antisosyal Sidar tiplemelerini yaratan? Buyur şimdi aynı dertlerden muzdarip ol, kes kendini acıt kendini azar azar ye bitir kendini. Üstüne bir de Johnny Cash. Hurt, cila niyetine. Sen misin duvarlardan yazı toplayan karakterler biçimlendiren, düş İstanbul sokaklarına topla çöp ve elem yazılarını!
Ve ardından Araf... Amerika da, İngilizce kıtasında, sıfırlayarak kendini yazmak, risk almak, eşikte durmak, bir adım ötesinde kara mı boşluk mu olduğunu tartmadan. Bulunduğum üniversite kampüsünün kafesinde, kapanmışım bir köşede yazıyorum. Derken kimbilir ne zamandır beni izleyen yaşlıca bir adam yanıma geliyor. "Söylemeden edemeyeceğim," diyor. "En son birini bir metne, bir kağıt parçasına böylesine derinden yoğunlaşmış gördüğümde lise yıllarındaydım." Ardından ekliyor: "Ben Ortodoks Hasidik Yahudi eğitimi aldım. Onlar böyle kutsal kitabı okurken bir öne bir arkaya sallanıp dünyadan koparlar." O kadar mı kopmuşum dünyadan? Bakınıyorum etrafıma mahçup, ilerki masada bir grup genç kız bana bakıp gülüşüyorlar. Ne zaman nasıl çektim dikkatlerini, ne zaman nasıl fark edemedim? O kadar mı kopmuşum normal sosyal hayattan ve dengeli düzenli birey olmaktan?
İlerleme diye bir şey yok. Çizgisel zaman anlayışına inat, yazdıkça kolaylaşmıyor yazı. Yazdıkça ustalaşmıyor yazar; ustalaştıığna inanıyor ise şayet, mekanikleşiyor demektir. Her kitapta kendini tekrar eden bir endişe döngüsü var; çemberde deveran ediyor endişe ve yıkım, tahayyul ve yaratım; damla damla eriyor beden, yaratırken zihin eserini. Yaratmanın öteki ucu yok olmak. Sonra kendi küllerinden, yeniden, dirilmek hayal gücünün yelkenine sarılarak. Tekrar ve tekrar.