Amerikan geleneğinin bir parçası olan Şükran Günü, bu yıl Amerika da bir başka kutlanıyor. First Lady tüm kadınları elceğizleriyle kurabiye üretmeye, yoksullara yardım etmeye, "iyi kadınlar" olmaya çağırdı. First Leydi den kadınlara uzanan bu "kadınlık hali"ni Elif Şafak yazdı.
Şükran Günü yaklaşırken bir "ev yapımı kurabiye fetişizmi"dir doludizgin gidiyor Amerikan toplumunda. Birkaç gün evvel First Lady nin ağzından "ulusumun kadınlarına çağrı" diye adlandırılabilecek bir metin yayınlandı öndegelen kadın dergilerinde. Açıklamada tüm kadınlar evlerinin ve dolayısıyla ülkelerinin kıymetini bilmeye, tüm arkadaşlarını evlerine çağırarak hep birlikte yoksullara nasıl yardım edebileceklerini gözde geçirmeye (mesela ev yapımı kurabiyeler pişirmek) ve çok güzel, çok özel Şükran Günü temekleri hazırlamaya davet ve teşvik edildi. Üstelik, şüphesi olan varsa eğer, koskoca First Lady de tastamam aynı şeyleri yapacaktı. anlaşıldığı üzre, şeker şerbet bir eşitlik söylemi var bu söylemde: Dar gelirli bir ev hanımı da olsanız, koskoca bir First Lady de, sonuçta kaygılarınız aynı, uğraşlarınız aynı ve hatta pişirdiğiniz kurabiyeler dahi aynı. Yemek ve kurabiye kısmını garantilemek için Bayan Bush un kendi elleriyle pişireceği her şeyin ayrıntılı tarifleri ve fotoğrafları yayınlandı kadın dergilerinde. Vaat edilen eşitlik tam anlamıyla sağlanabilsin diye. Söz konusu kadın dergileri oldukça yaygın bir okuyucu ağına sahip. En önemli nitelikleri ise "sıradanlık" ile "kahramanlık" sıfatlarını uyum içinde yanyana getirmeleri. Diyelim ki filanca eyalette yaşayan, falanca okullarda okuyup evlenmiş, çocuklarını büyütmekte olan ve dünyanın geri kalanıyla açıkçası pek de ilgilenmeyen, zaten coğrafyası daima zayıf olmuş, politikadan da zerre kadar hoşlanmayan, vatanına milletine düzenine sıkı sıkıya bağlı ve de istikrarlı bir ev hanımısınız. Tanıdığınız insanlar, sizinle aynı kasabada yaşayan insanlar yıllardır. Onlarla yaptığınız sohbetler de, doğrusu yıllardır aynı sohbetler. Ama işte kahramanlık kim siz kim deyip geçmeyin. Sıradanlığınızı küçümsemeyin. Neredeyse tıpatıp aynı yaşantıyı sürdüregelen kadınların, bir gün aniden yaptığı kahramanlıklara dair anlatılarla dolu kadın dergileri. Bir gün aniden, aslında ne denli iyi ve değerli bir insan olduğunuzu herkes öğrenecek. O güne kadar tek yapmanız gereken yaşantınızı aynen muhafaza etmek. Bir gün aniden... Mesela komşunun 4 yaşındaki oğlu bahçedeki kuyuya düşüverecek. Siz kuyunun başında durup ona moral vererek, yardım ekibi gelene kadar yaşamasını sağlayacaksınız. Ertesi hafta kadın dergileri kapaktan verecek fotoğrafınızı. "Mucizelere inanıyorum!" diyeceksiniz otuziki diş tekmili birden gülümseyen fotoğrafınızın altında. Siz nasıl yuvanızın kıymetini bildiyseniz bunca zaman, yuvanızdakiler de sizin kıymetinizi görecek. Kadın dergilerinin kötülük sıralamasında birinci sırayı kuyular çekiyorsa, ikinci sırada da doktorlar var. Doktorlar kimin ne kadar az ömrünün kaldığını acımasızca çattadak söyleyiveren ya da ellerinden pek fazla bir şey gelmeyen birtakım profesyonel ama aciz insancıklar olarak gösteriliyor. Onlar evkadınlarına, ya kendileri ya da çocukları hakkında ileri geri şeyler söylüyorlar, teşhisleri doğrultusunda. Sıradanlık ile kahramanlık gene buluşuyor bir sonraki sayfada. Doktorlarla aynı eğitim düzeyinde olmayan ama kendi çocuğunu herkesten iyi tanıyan ve elbette mucizelere inanan anneler, doktorların ileri geri kendini bilmez laflarına rağmen yaşatmayı başarıyor çocuklarını. Ertesi hafta gene kapaktan giriyorlar kadın dergilerine. Durmadan pompalanan bu düzenekte iki ayrı anlamı var aile kurumunun ve yuvanın. Birincisi sürekli mücadele ve rekabet ve didinme. Doktorlara, kuyulara, kilolara karşı yılmadan savaşıyor kadınlar. İkincisi dinginlik ve sevgi ve düzen. Dışarının aksine som bir saadet yuvası olarak gösteriliyor evler. Sokaklarda neler olup bittiğini bilmeyebilirsiniz, bilmeniz de gerekmiyor. Dünyanın geri kalanında yaşayan kadınlar hakkında da pek bir şey bilmeyebilirsiniz. Sizden kötü durumda olduklarını bilmeniz yeter. Evinizden çıkmadan her şeyi halledebilirsiniz. Evinizde oturarak liseyi bitirebilir, reiki yapabilir, bisküvi pişirme kurslarına devam edebilir, üniversitelerin ders programlarını takip edebilir, hayır derneklerine katılabilir, hatta akupunktur tedavisi bile görebilirsiniz. Kadın dergileri evlerinde kurdukları şirketleri senelerdir mutlu mesut yürüten kadınlara dair haberlerle dolu. Evinizde oturarak reçel kavanozlayabilir ve sonra bunları pazarlayabilirsiniz, hatta hayatından ümit kesilen oğlunuzla ya da zeka özürlü olduğu için hesap bile yapamayan kızınızla yürütürseniz bu şirketi, gene bir başka sayıda da siz kapak olursunuz. "Tanrıya ve yuvama inanıyorum!" yazar ışıl ışıl gülümseyen fotoğrafınızın altında. Binlerce kadını tıpkı sizin yaptığınız gibi, evlerinde oturmaya, yuvalarını korumaya teşvik etmiş olursunuz, tesadüf bu ya birkaç hafta önce First Lady nin verdiği pozda. Çalışmak için dışarıya ihtiyacınız yok. Evde kalın. Keza eğlenmek için de dışarılara gitmeye gerek yok. Arkadaşlarınızı evinize çağırın ya da bir değişiklik yapıp, elinizde yemekleriniz siz arkadaşlarınıza gidin. Evininiz hayatınızın merkezi, özü, tamamı olduğuna göre durmadan süsleyin temizleyin güzelleştirin onu. Küçük küçük süsler alın, perdeleri koltukları masaları donatmak için. Geçen hafta aldığınız süsleri de atmayın sakın, onlarla neler yapabileceğinizi bir sonraki sayıda okuyabilirsiniz. Ama en iyisi satın almak yerine, oturup kendiniz yapın bu süsleri. Böylece daha az dışarı çıkmış olursunuz. Sokaklar tekin değil ne de olsa. Evler mutlu ve müreffeh ailelerin, sokaklar ise ne idüğü belirsiz yabancıların sahası. Amerika daki yuva fetişizmini gördükçe, İstanbul un sokaklarını düşünmeden edemiyorum. Burada, sokaktan geçenler içeriyi görsün diye, birer tablo gibi düzenleniyor orta sınıf evlerin pencereleri. Pencereler içeriden dışarıya açılmıyor da, dışarıyı içeriye çekmeyi amaçlıyor adeta. Ama işte bende tam ters oluyor etkileri. O pencerelere baktıkça, içerideki yaşantıya çekilmek yerine, İstanbul un sokaklarını özlemeden edemiyorum. Orta sınıf mahallelerde, yanyana dizili apartmanların sokağa bakan pencerelerinde, ortası çukurlaşmış minderler durur. Gözü dışarıda, kulağı içeride kalmış minderler. Bir yanıyla dışarıya ait olan ama bir türlü içeriden ayrılamayan ve bu halleriyle iğreti bir denge tutturarak, yarısı emniyette, yarısı boşluğun tekinsizliğinde kalmış, yıpranmış, tarazlanmış, çiçekli minderler... çiçeklere dirseklerini koyar kadınlar. Yaşları yoktur. Yaşları çoktur. Daha düne kadar sokakta oynadığı halde, birdenbire "yetişkin" addedilerek eve çağrılan, eve çekilen genç kızlar da vardır aralarında; oturdukları mahallelerin demirbaşı haline gelmiş yaşlı kadınlar da... Yaşlar değişir, yüzler değişir, minderler değişmez. Ne fazla kabarık ne de fazla yassı; her pencere içine rahatlıkla oturabilecek sûrette dikdörtgenimsi ve mütevazi... Saatler boyu vücutlarını zerrece oynatmadıkları halde, gözbebeklerini ve saklı mimiklerini devamlı hareket ettirmeyi başararak, sokağı izler minder dirsekli kadınlar. Oyun oynayan çocukları, gelip geçen yayaları, yaygaracı seyyar satıcıları, ara yollardan kaçarak trafikten kurtulma gayretindeki arabaları, yokuş aşağı yuvarlanan plastik topu, misin kedileri ve sokağın türlü türlü hallerini seyrederler. Çünkü seyirlik bir şeydir sokak. Seyirlik bir eğlenceliktir; fazla yaklaşınca içine düşme tehlikesi olan uçurumsu bir güzellik, tekinsiz bir görselliktir modern hayatın çatal çatal damarlarında. Minder dirsekli kadınlar merak ederler dışarıyı. Haklıdırlar da meraklarında. Çünkü ancak sokaklarından geçerek, kaldırımlarını arşınlayarak, barındırdığı pislikleri ve güzellikleri, yabancı köklerini ve köksüz yabancılarını görerek bilinebilir bir şehir. Yoksa, senebesene sadece bildiğimiz yerlerden geçerek gördüğümüz yer, şehir değil; kocaman ve minnacık bir gettodur. Hakiki, sahici kentgezgini, rotası programı olmayan daimi bir yayadır; kıyıda köşede kalmış olan her şeye algıları sonuna kadar açık olan meraklı bir çocuk. Evleri merak eder ve içlerindeki insanların hikayelerini. Duvarlarda solmuş yazıları okumaya çalışır ve bir de mezartaşlarını. Ama en çok insanı merak eder. İnsanların türlü türlü hallerini. Onları görebilmek için adım adım arşınlar sokakları. İstese de duramaz bazen. Çünkü deniz gibidir sokaklar. Kendine doğru sürükler; içine çeker yolcularını... Dışarıya çıkma şansı kısıtlı olan minder dirsekli kadınlar, pencere önlerinde durur bütün gün dışarıyı görebilmek için evlerinden. Dışarıya çıkma şansı geniş olduğu halde çıkmamakta ısrar ve sebat eden ev yapımı kurabiye feşisti kadınları ise, daha bir kez bile görmedim pencerelerinde.
Aralık 2002