Kadınlık nasıl öğretilir diyorsanız, tırtılın kelebek oluşunun sırrına varmalısınız belki de. Elif Şafak yazdı...
"Tuuu, gene ilmek atlamışsın, Allah seni kahretmesin" dedi Müge dört kapılı kırk badireli kadınlık imtihanının yılankavi aşamalarından birinde daha bariz biçimde çuvalladığımı görünce. "Sırf yazmakla olmaz ki, otur da kadınlık öğren biraz!" oturdum öğreniyorum işte. Bu yüzden akşamın bir vakti elimde 3.5 numara örgü şişleri; bu yüzden yüzüm bütün bir ham limonu yemek zorunda bırakılmış gibi buruşuveriyor ara ara. Şimdi zannedeceksiniz ki, bana oturup da kadınlık öğrenmemi tembihleyen kadının kendisi tüm hayatını ve dahi varlığını koca-çocuk-yuva üçgenine adamış tipik ev hanımı ve bu konuşmanın geçtiği mekan da belki İstanbul un belki Türkiye nin filanca köşesinde konumlandırılmış geleneksel bir aile yuvası. Oysa bahsi geçen Müge, hem siyasi sosyolojide, hem de sosyal bilimlerin disiplinlerarası sularında yelken açmış, tutabilene aşkolsun fersah fersah yol alan nadir beyinlerden ve nice akademisyenin en marjinal, en radikal, en "suya-sabuna-dokunur-neme-lazım-bozmayayım-konforunmu-yitirmeyeyim-konumumu" addettiği alanlarda bile eşine az rastlanır etik ve dahi üretkenlik ile yazan, görüp görebileceğiniz en cevval profesörlerden. Sahi, olay mahalimiz de bir kampüs şehri Amerika nın önde gelen üniversitelerinden birinde... Yani şu anda yüzümdeki şaşkınlığı değerlendirirken, böylesi ayrıntıları göz önünde bulundurmakta fayda var. İçimi çekip, gaza gelerek azimle sarılıyorum elimdeki şişlere. Bir ters, iki düz gidiyorum. Müge piyasadaki en heyula şişleri almış ki, daha az bunalım geçirerek daha tez zamanda öğrenebileyim örgü örmeyi. Bugün bodoslama örüyorum, maksat elim alışsınmış. Yarın leblebi desenli atkı örmeye başlayacağım. Sonbahara hazırlık. "Kadınlık Öğreniyorum-I-II-III" derslerinin şaşmaz kuralı burada saklı: "şimdi mevsim bahar olsa da, hazırlıklı ol kışa!" "Gel vazgeçelim bu sevdadan" diyorum, bir sıra oluşturmaktan ziyade silah zoruyla yanyana durmaya mecbur tutulmuşçasına isteksizce dizilmiş ilmeklerime bakarken. Müge sporcusunu olimpiyatlara hazırlayan azimli bir antrenörün inancıyla moral veriyor bana: "tasalanma öğrenirsin, o kadar roman yazan bunu da öğrenir elbet." Günlerdir her sınavdan çakaçaka fena halde hırpalanan özgüvenim kuyruğunu sıkıştırmış köpek yavrusu gibi sesler çıkarıyor içimde. Yeterince iyi gözlemlersem, öğrenebilirim. Simone de Beauvoir da sağolsun tabii ama Türk kadınlarının ekserisi zaten hep bilmekteydi "doğuştan değil sonradan kadın olduğunu". "Bak bak Filancahanımteyzene de kadınlık öğren biraz" lafının bu memlekette bu kadar sık tekrarlanmasından da anlaşılacağı üzere, kadınlık bakarak öğrenilen bir şeydi zaten. Temel öğrenme aracı da GÖZ. Kadın dergilerinin yazılarını değil resimlerini okumak, televizyonda beliren her Havva kızının ne giydiğine dikkat buyurmak, gündelik hayatta karşılaşılan tüm kadınları tepeden tırnağa süzmek, varsa omuzlarında bir sökükleri, makyajlarında bir eksiklikleri anında not etmek, hiçbir yamuğu yanlışı affetmemek, incelemek, incelemek, incelemek... Eğer ben de kadınlıkları incelemekten vazgeçip kadınları incelemeye başlarsam, bu kalabalık kulübün kapısından içeri adımımı atabilirim. O zaman, gelsin leblebi desenli atkılar, Zeki Müren kirpikli şallar. O zaman koca nasıl idare edilir bilir, gurur meselesi yapmadan tavizler verebilir, eyvah-karım-fazla-başarılı sendromuna tanık olduğum anda çaktırmadan kendimi iki adım geri çekmesini bilir, gerekli tüm sırlara nihayet vâkıf olabilirim. Müge bende bıraktığı ontolojik sarsıntılardan habersizmişçesine sıralıyor sorularını peşpeşe. "Eyeliner nasıl sürülür? Hangi krem neye iyi gelir? Çekik göz nasıl iri, yuvarlak yüz nasıl ince gösterilir?" Boncuklardan kolye, ipliklerden ponpon, artık kumaşlardan minder kılıfı, kurutulmuş duttan pekmez... sonuncusu hariç, diğerlerini öğrenmekteyim peyderpey oturmuşum bir üniversite kampüsünde bugünlerde. Ömrümde ilk defa küçük ve sıradan, rutin ve tekerrüre dayalı ne varsa onların peşindeyim. Bilmediğim bir dil var Türkiye de duya duya öğrendiğim ama bir türlü o dilde düşünemediğim, o yüzden de ancak yabancı gibi konuşabildiğim, çeviri kokan bir kadınlık dilim. O dilin kendine has bir jargonu var: kontür çekmek, hassas yünlüleri ılık suda yıkamak, kocayı-çocukları-kaynanayı-illa ki birilerini idare etmek, dolaylı düşünmek, yengeç gibi yan yan yürümek amacının etrafında, asla dosdoğru ilerlememek, zamanlamaya dikkat etmek ve sahi mevsimlere, muhakkak mevsimlere... Bilmediğim bir zamanlama bu, bilmekten korktuğum. Türkiye de kadınlar iki mevsim yaşıyorlar. Genç kızlık ve yaşlılık. Ne kadar çok genç kız var Türkiye de ve ne çok yaşlı kadın... Orta yaşlı kadın olunmuyor bu ülkede. "Girme şimdi derin sulara, ne işin var orda, çık bakiyim" diyor Müge daldığımı görünce. Çıkıyorum, bir ters bir düz gidiyorum bir süre, mümkün mertebe düz gidiyorum. Müge nin yedi yaşındaki kızı okuldan geldiğinde harıl harıl örgü örerken buluyor bizi. Bıcır bıcır anlatıyor sınıfındaki oğlanları, hangisiyle evlenebileceğini, kaç çocuk yapacağını, kuracağı yuvayı ve nice planlarını geleceğe dair. Sabırsız bir tırtıl gibi şimdiden tasarlıyor ileride dönüşeceği kelebeği. O içeri gidince Müge ile birbirimize bakıyoruz şişlerimiz yumaklarımız tığlarımızın üzerinden; seçmediğimiz seçenekler, yapmadığımız veya yürütemediğimiz konformist evlilikler, sapmadığımız dönemeçler, yıkmadığımız yalnızlıklar, azaltmadığımız zorluklar, düzüne değil hep tersine tersine gittiğimiz akıntılar, şimdiye değin kaçırdığımız ve bundan sonra da bile bile kaçıracağımız tüm ilmekler üzerinden bakıyoruz birbirimize. "Tuuu, Allah seni kahretmesin" diyor Müge birazdan gene. Ama sanki bu sefer sesi biraz daha durgun çıkıyor nedense.
Temmuz 2003