Ruhu tükenmiş pembeler ve yaşama aç ölümlerden önce, hey kadınlar, "mümkünse çingene pembesi lütfen!" Elif Şafak yazdı...
New York tasın. Elinde çingene pembesi ruj, Brooklyn e uzanan metro hattının ilanlarını, duvarlardaki resimleri, ortalıkta kol gezen Saddam Hüseyin karikatürlerini ve envai çeşit reklam panosunun had safhada yakışıklı simalarını tek tek ziyaret ederek, özene bezene boyayan o enteresan ve muhterem şahsiyeti bulabilsen, iki basit soru sormak isterdin kendisine. Bir: niye ruj ve sadece ruj? (niye resimlerdeki yüzlerin gözlerine gözlük, ağızlarına vampir dişi kondurmuyor mesela, ya da kulaklarını kepçe, dişlerini kırık yapmıyor da sadece ve sadece birer ruj konduruyor kurbanlarının dudaklarına). İki: sahi niye başka bir renk değil de illa ki çingene pembesi. İstanbul dasın, diyelim ki Eminönü civarında. Geç kalmışsın bir yere, adımlarını hızlandırmak isterdin ama ne mümkün. Kalabalık, yüzlerce baş ve yüzlerce vücut değil, tek bir baş ve tek bir vücut olmuş önünde. Homurdana homurdana ilerliyorsun, buna ilerlemek denirse. Başkaları nasıl tıkıyorsa senin önünü, senin de şu anda başkalarının önünü tıkamakta olduğunu düşünmeden adım adım sürükleniyorsun, telaşla kımıldayan ama bir nebze dahi hızlanmayan hantal bir organizmanın içinde. Bütün o vücutların tek bir organizmaya dönüşmesi gibi, tek tek herkesin kıyafetinin saçının yüzünün renkleri ve tonları da akıyor kalabalığın içine. Ortaya çıkan karışımın kendine has bir rengi var. Kalabalıkların bir rengi var, ülkeden ülkeye ve hatta aynı ülke içinde dahi, şehirden şehire, dönemden döneme değişen, değişebilen bir renk. Parçalara odaklanmaktan bir türlü göremiyorsun bütünü. Gözlerin, önünde yürüyenlerin ayaklarına odaklanmış. Baktığın açıyı değiştirsen, değiştirebilsen, göreceksin ki, kalabalıkların bir rengi var ve şu anda, etrafındaki herkes gibi sen de usul usul fırça darbeleriyle boyanmaktasın o renge. Madrid desin. Çocuksun, en fazla 11 yaşında. Değişen sadece dil değil, renkler ve çağrışımları da farklı şimdi. Seni en çok şaşırtan şey pembenin çığırtkanlığı, pervasızlığı. Pembe bağımsızlığını ilan etmiş İspanya topraklarında. Pembe dediysem, öyle uçuk, masumane, pastelimsi bir ton değil mevzu bahis olan; gürül gürül bir pembe bu, haddini bilmeyen, görülmekten çekinmeyen, tam aksine, daha, daha da çok seyredilmek isteyen bir çingene pembesi gırla gidiyor ortalıkta. Gene bir kalabalığın içindesin, ama bu seferki kalabalık daha farklı. Yavaş yavaş anlıyorsun. Bu kalabalığın içinde ne kadar çok kadın var böyle ve bu kadınlar ne garip renklere bürünmüş. Çingene pembesi bluzlar, elbiseler, eşarplar üzerlerinde. Yadırgıyorsun, tam olarak neyi, neden yadırgadığını bilmeden. Çingene pembesi "frapan" bir renk, açılımı "gece kıyafeti". Nişanlarda düğünlerde filan giyilen cinsten. Bunun ötesinde hiçbir kadın çingene pembesi kıyafetlere bürünmezdi Türkiye de. Böyle "mühim geceler"de genç kadınlar ve elbette kız çocukları çok istiyorlarsa eğer çingene pembesi giyebilirdi ama yaşlılar, zinhar, asla! İşte bu yüzden şimdi böyle garip garip bakmaktasın karşındaki yaşlı İspanyol kadının dudaklarına. Onbir yıllık ömrü hayatında böyle bir şey görmemişsin. Senin görmeye alıştığın anneannelerin aksine, bu anneannenin simsiyah bıyıkları var bir kere. Almamış bıyıklarını, dudaklarının üzerinde bırakmış. Ama sadece bu değil yaşlı kadının dudaklarından bakışlarını ayıramamanın sebebi. Mesele başka. Mesele çingene pembesi bir ruj. Nasıl olur da yetmişine, seksenine merdiven dayamış, çoluk çocuk torun sepet sahibi, hem de bıyıklı bir Katolik anneanne utanmadan çekinmeden çingene pembesi ruj kondurur dudaklarına, işte bu mühim sual ile cebelleşmektesin çocuk aklınla. Birden anlıyorsun ki bu zamana kadar hiç görmemişsin cırtlak rujlu anneanne. Çingene pembesinin çağrıştırdığı "hafiflik" ile yaşlılığın getirdiği ve gerektirdiği "ağırlık" bağdaşmayan şeyler Türkiye de. Ne kendi anneannende, ne başkalarınınkinde, ne de annenin de içinde yer aldığı yardım amaçlı grubun zaman zaman seni götürdüğü huzur evlerindeki anneannelerin dudaklarında rastlamışsın böyle bir renge. Gerçi huzurevindeki anneannelere de pembe giydiriyorlar ekseriya. Gecelikleri, sabahlıkları, çarşafları pembe mesela. Ne var ki İspanya daki pembelerin aksine, alabildiğine solgun, adeta kanı çekilmiş bir renk bu. Hiçbir aşırılık taşımayan, iddiasız, hımbıl bir pembe bu, masumluktan ziyade edilgenlik çağrıştıran. Kim karar veriyor bu tonları giymeleri gerektiğine? Beni kendi öz torunu, yanımdaki hemşireyi de gelini zanneden ya da zannetmek isteyen, bunamış ya da sadece bunamış görünen şu yaşlı Müslüman kadının hangi rengi ve dahi hangi rengin hangi tonunu giymesi gerektiğine kim karar veriyor? Ne zaman, nasıl içselleştiriyoruz böylesine bize öğretilenleri? Hanım hanımcık iyi kızlardan evli barklı kadınlara, evli barklı kadınlardan yaşlı başlı anneannelere geçişimiz boyunca bazı renkleri hiç tanımıyor, yanlarına bile yaklaşamıyoruz farkında bile olmadan. Saygıya layık bir renk değil pembe. Sevilebilir, sevimli görünebilir ama o kadar. Kız çocukluktan kadınlığa geçiş pembeden kopuş demek. Aradaki eşiğin rengi kırmızı. Sonra, nice sonra, "artık kadın olamayacak kadar yaşlandığında" gene aynı pembeye iade edecekler seni. Sistemin kodları var, kodların da renkleri ve tonları. Bu kodlar uyarınca toplum, pembenin belli bir tonunu iki aşamada giydiriyor en çok kadınlara: bir bebekken, bir de iyiden iyiye yaşlandıklarında. Oysa dudakları çingene pembesi boyalı anneanneler tarafından büyütülseydik biz de İspanyol çocuklar gibi, kimbilir, belki de, çok daha farklı olabilirdi renklere ve sahi kendimize, bedenimize, evliliklerimize, evlenmeyenlerimize bakışımız. Ve şüphesiz daha, daha az gri olurdu kalabalıkların rengi İstanbul da. New York sokaklarında boy boy dizili ilanlardaki, reklamlardaki suratları tek tek ziyaret edip, bıyıklı bıyıksız erkek dudaklarını cırtlak parlak boyayan o enteresan ve muhterem şahsiyet bunları bilen biri mi acaba? O yüzden mi buluşturmak istiyor en umulmadık yüzleri en umulmadık olanla, en erkek gülüşleri en çingene pembesi kadınlıkla mesela? Bu sabah ilk iş anneannemi arayıp talebimi dile getiriyorum: "anneanne ya, boyasana dudaklarını! Çingene pembesi olsun mümkünse." "Hiiii, tabi canım, hiii diyor anneannem. Delidir ne yapsa ne söylese yeridir" muamelesi gördüğümün farkındayım ama bir kez daha deniyorum şansımı: "anneanne ya, boyasana dudaklarını çingene pembesi rujla!"
Ağustos 2003