“Kadın yazar”ın başında bir hâle var; anne sütünden elde edilmiş, bembeyaz bir hâle.
Bu hâlenin en çok ışık saçtığı ülkelerden biri, Fransa olsa gerek. Zira Fransa, dişil yazın (ecriture feminine) projesinin merkezi. Sözcükleri arasında Helene Cixious, Madeleine Gagnon, Luce Irigaray, Julia Kristeva… gibi çarpıcı isimlerin yer aldığı bu projeye göre, “…erkeklerin egemenliğini sağlamaya uygun bir dile karşı savaşmak, onun egemenliğini kırmak ve yerine kadınlığa dayanan bir dil, bir ecriture feminine yaratmak gerekir.”[1]
Cezayir doğumlu, Yahudi asıllı, Fransız feminist Helene Cixious bu projenin öndegelen mimarlarından. Cixious, Baba’nın Yasası’na göre belirlenmiş erkek egemen söylemin, iki cinsin ilişkisini son derece hiyerarşik bir biçimde tanımlayıp, dişiliği bastırdığını belirtir. Eşdeyişle, ataerkil kavramlar, dişiliğin gelişmesine olanak vermemektedir. Mülk edinmeye, sahip olmaya dayalı mevcut ekonomik düzenleme ile sahiplenmeye dayalı fallus-merkezli dil arasında yakın bir bağ vardır. Erkeklik, “edinmek” ile ilgilidir. Bu noktada, Cixious iki şeyi birbirinden titizlikle ayırır: eril libidonal ekonomi ile dişil libidonal ekonomi. Eril libidonal ekonomi nasıl sahiplenme üzerine kurulu ise, dişil libidonal ekonomi de hediye etme üzerine kuruludur. Erkek elde eder, kadın ise hediye eder. Erkeğin dili sahiplenme üzerine kuruludur; oysa kadının dili karşılıksız, sınırsız bir akıştır. Böylelikle, dişil yazın, fallus-merkezci dile topyekûn karşı ve ondan apayrı bir alternatif olarak ortaya çıkar.
Buradan hareketle Cixious, kadınlara çağrıda bulunur. Bütün kadınları babalarının, kocalarının topraklarını terk edip bir başka ülkeye gitmeye davet eder. İşte bu “öte diyar-öteki ülke”nin ismi dişil yazındır. Cixious’ya göre kadınlar, tıpkı üzerlerine yığılmış toprağın altını oyan köstebekler gibi, fallus-merkezci dilin altını oyarlar.
Peki kadının dilini erkeğin dilinden böylesine farklı kılan nedir? Cixious’ya göre hiçbir kadın, “anne”den çok uzakta değildir. Yani her kadının içinde hiç olmazsa birkaç damla anne sütü mevcuttur. İşte bu sebepten, kadın yazarlar, beyaz mürekkeple yazar.
“Kadın yazar”ın başının etrafında bir hâle var; sütten elde edilmiş, bembeyaz bir hâle. Fransa’dan daha da parlak görünen bu hâlenin akisleri zaman zaman üzerimize saçılıyor. Akisleri üzerimize saçılırken, hep aynı tartışmalar hep aynı şekilde gündeme geliyor: “erkek yazar kadını anlatabilir mi?” ya da “kadınlar farklı mı yazar?” İlk soruya olumsuz, ikinci soruya olumlu yanıt verildiği takdirde, “kadın yazar”ın başındaki sütbeyaz hâle bir kat daha parlaklık kazanıyor.
Charles Baudelaire “Kaybedilen Hâle”de, bir şair ile genelevde karşılaşan bir adamın şaşkınlığını anlatır. Adam, şair gibi yüce bir insanı böyle rezil bir mekanda, süfli zevkler peşinde koşarken görünce afallamıştır. Bir açıklama yapma gereği duyan şair de adama, telaş içinde karşıdan karşıya geçerken, sürekli hızla devinen bir kaosun ortasında koşuştururken, başındaki hâleyi yere düşürüp kaybettiğini anlatır. Bunları duyunca daha da şaşıran adam, polise haber verip vermediğini sorar şaire. Ne var ki, şair, hâlesinin bulunmasını istememektedir. Zira böylesi daha iyidir.
Böylesi daha iyidir, evet. Çünkü hâle denilen parlak çember, ister anne sütünden elde edilmiş olsun, ister meşhur dizelerden; ister gayet haklı bir eleştirel amaç uğruna takılmış olsun, ister sırf başkalarından ayırdedilmiş olmak için… iyi bir şey değildir. Kanımca, şu hayatta başının etrafına hâle çizilecek tek şey, dolunaydır.
Bundan sonra bu sayfada, hâlesiz yazılarda buluşmak dileğiyle.