Edebiyatçının bir hayalperest, edebiyatınsa hakikatlerden kaçmanın yolu olduğunu zannedenler, tek ya da mutlak bir hakikat olduğunu, onu da kendilerinin bildiğini düşünmeye eğilimlidirler. Ekseriya, güneşi şiar edinirler. Ve tıpkı güneş gibi, uzandıkları her noktayı aydınlığa çıkartıp, görünür kılmayı amaçlarlar. Malum, görünür olanı kuşatıp zaptetmek, ele geçirip sahiplenmek daha kolaydır. Zaten ellerinin altında çıplak ve somut bir hakikat olduğunu tasavvur edenler, kıskanç bir aşık gibi onu sahiplenmeye yatkındırlar.
Bir de ay vardır. Hakikatten ziyade hayal ile özdeşleştirilen, Ahmet Haşim’in ifadesiyle tıpkı bir afyon gibi vücudu yavaş yavaş uyuşturarak insana “yanlış görmek ve hayal etmek imkanının sarhoşluğunu” tattıran ay…
Kendisine “şairlerin en garibi” diyen Ahmet Haşim, 1885’te Bağdat’ta doğdu. 8 yaşında annesini kaybetti. Çocuklara karşı her zaman son derece mesafeli olan babası zaten uzak ve ulaşılmazdı. Ahmet Haşim yalnız ve içine kapanık bir çocukluk geçirdi. Yaklaşık 10 yaşına kadar içinde yetiştiği dil Arapça olduğu için, Türkçe’yi sonradan öğrendi. Şairi olacağı dilde düşünüp hissetmeyi sonradan öğrenmek durumunda kalması, Haşim’in dilini diğer şairlerinkinden oldukça farklı kılabilirdi ama böyle olmadı. Tam tersine, Haşim’in şiirleri sadece konuları itibariyle değil, kelime dağarcığı bakımından da son derece sınırlı kaldı. Üstelik, Türkçe’yi bozuk bir aksanla konuştuğu için okul arkadaşlarının gözünde her zaman “Arap Haşim” olarak kalacak, dışlanacaktı. İçine kapanık, alıngan, hırçın ve çirkindi. Kendini o kadar çirkin bulurdu ki, sadece yüz hatlarını değiştirmeyi değil, kafasını dibinden kesip atmak istediğini söylerdi.
Ahmet Haşim, güneşin açığa çıkardığı hakikatlerin ay tarafından çarpıtılmasını seviyor, suretlerin siluetlere dönüştüğü anlarda kendini daha rahat hissediyordu. Gerek şiirlerinde gerek düzyazılarında güneş ile ayı karşılaştırarak, güneşin “hayale izin vermeyecek tarzda her şeyi açık ve parlak gösterdiğini”; ayınsa “her şeyi açıkça görmek acısı”ndan kurtardığını ifade ediyordu: “Ay! Ay! Yalancı ay! Zekadan bitkinleşenleri dindiren hayal gibi, güneşten bunalanları da avutan sensin!”
Ahmet Haşim’deki ay tutkusunun benzeri Sylvia Plath’da da mevcuttu. İngilizce’nin en bet ruhlu şairlerinden biri olan Plath 1932’de Boston’da dünyaya geldi. 8 yaşındayken babasını kaybetti. Annesiyle pek yakın değillerdi ve gönlü hep babasında kaldı. Annesinin İngilizce öğretmeni olduğu da göz önünde tutulursa, Plath, şairi olacağı dilin içinde doğdu ve yetişti. Güzel bir kadındı. Görünüşte güneşle barışık olmaması için hiçbir sebep yoktu.
İlk bakışta pek ortak noktaları yokmuş gibi görünseler de, Ahmet Haşim de Sylvia Plath da birer ay tutkunuydu. Tıpkı Haşim gibi Plath da ayı kadınlaştırdı, anneleştirdi. Ancak Plath’ın ay annesi, şefkatli ve esirgeyen bir anne değildi. “Ay benim annem. Ama Meryem gibi tatlı değildir. Küçük yarasalar ve baykuşlar üşüşür dışarı, mavi elbiselerinden… keldir ve yabanıl. Porsuk ağacının mesajı ise karanlıktır -kapkaranlık ve sessizlik.”
***
Sylvia Plath’ın intiharından sonra güncelerinden biri kocası Ted Hughes tarafından imha edildi. Gerekçesi ilginçti. Çocukların güncede anlatılanları bilmelerini istememişti. Onları hakikatlerden korumak istemişti. Oysa Ted Hughes, çocuklarından hakikatleri saklayarak, onları “yanlış görmek ve hayal etmek imkanı”ndan da mahrum bırakmıştı. Zira hayal ile hakikat birbirlerini tamamen dışlayan iki ayrı bütün değildir. Tıpkı bazı akşamlar ay ile güneşin gökyüzünde aynı anda, yan yana görünmeleri gibi, hayal ile hakikat de bir aradadır. Aslında onlar mütemadiyen birbirlerinin içine sızar, birbirlerini var ederler. Çünkü güneş olmadığında aydan, gündüz olmadığında geceden, hakikat olmadığında hayalden dem vurmak nafiledir. Ancak biri olduğunda öteki de olabilir. Ve bu yüzden işte, hakikat ortadan kaldırıldığında, hayal etmek imkanı da ortadan kaldırılmış olur.
E Dergisi, Sayı 15, Haziran 2000