"Pek ünlü ayyaşlar ve siz, pek değerli frengililer, ... başkalarına değil, sizlere adanmıştır yazılarım" diye başlar Rabelais, 1534 te yayınladığı Gargantua ya. Böyle başlar kitap ve tıpkı deli kaçık bir kahkaha gibi kendi kendini parçalayarak, hiçbir sonda soluklanmadan, hiçbir sona inanmadan bölünüp çoğalarak ilerler. Ve böylece ortaya, çok kapılı, bol sapaklı bir anlatı çıkar. Bu metin Giriş ve Çıkış kapıları arasında okurun atacağı her adımı yön gösterici levhalar vasıtasıyla denetim altında tutmaya çalışan yazarların metinlerinden oldukça farklıdır. Gargantua nın her parçası, "öteki"nin sesine kulak verip sesi olur ve son tahlilde kendisiyle birlikte yazar/özneyi de parçalamayı başarır. Artık hiçbir sınır yeterince korunaklı, hiçbir kategori yeterince dışlayıcı değildir. Artık hakir olan yüceltilebilir, kenarda kalan merkeze çekilebilir, cılız olan palazlanabilir... kısacası toplumsallığın sorgusuz kabullendiği kodların ve ikilemlerin karanlıkta kalan yönleri günışığına çıkartılabilir. Eşdeyişle, bir "tersine dünya" kurulabilir. İşte bu dünya, karnavalın dünyasıdır. Karnavalın dünyası ise maskenin, kahkahanın, sınırsızlığın, palyaçonun, deliliğin ve belki de cinnetin dünyasıdır. Karnavalda takılan maske, insana olduğu kişi olmama imkanını verir. Karnavalın aynaları, gerçeği alıp çarpıtır ve en yüce değerlerden, en mutlak ilkelerden kırpık kırpık yıldızlar yapar.
Bakhtin e göre, Rabelais aslında hızla kan kaybeden bir geleneği sürdürmektedir. Karnavalvâri mantığa dayanan bu gelenek, Batı toplumlarında Rönesans öncesinden Rönesans ortalarına kadar varlığını koruyabilmiştir. Ya sonra...? Sonrası malûm. Zaman bu geleneğin aleyhine işlemiş ve modern dünyada köşe başlarını tutan pek çok önemli roman karnavalın kaosundan nasibini almamıştır. Bakhtin in monolog diye tanımladığı bu romanların temel derdi asıl hikayeyi esas öznenin gözünden aktarmaktır. Bu arada olay örgüsü karmaşıklaşabilir, tiplemeler çoğalabilir ama yazar/öznenin hem okuru hem de metni istediği biçimde yönlendirme arzusu hiç azalmaz. Böylesi metinler, merkezi tek ve belirgin metinlerdir. Roman boyunca ortaya çıkan her aşama o merkezle ilişkisi içinde bir anlam kazanır.
Öyleyse kaba hatlarıyla şöyle bir ayrım yapabiliriz. Bir tarafta merkezi tek, öznesi esas, doğrusu biricik, sesi tekil, güzergâhı önceden belirli olan ve giriş-gelişme-sonuç üçlemesine temelde sadık kalan yekpâre anlatılar vardır. Öbür tarafta, çok merkezli (hatta ademimerkeziyetçi), birkaç sesli, heterojen ve belki de şizofren anlatılar. Rabelais in yazdıkları belli ki ikinci gruba aitti. Tolstoy un yazdıklarıysa birinciye. Peki bu ayrımın izlerini Türk edebiyatında da sürebilir miyiz? Acaba Türkiye de romanın ta başından beri belli bir toplumsal ve kültürel misyonla özdeşleşmiş olması, ikinci gruba ait ürünlerin azlığını açıklayan bir etken olabilir mi? Acaba ilk romancılarımızın ve daha sonrakilerin yazdıkları aracılığıyla toplumu aydınlatma, insanları eğitme, nasıl ve nereye kadar Batılılaşacağımızı gösterme, kısacası doğruyu yanlıştan ayırd etme çabası içinde olmaları, edebiyat tarihimizde birinci gruba ait ürünlerin neden bu kadar ağır bastığını açıklayabilir mi? Acaba gene de bu kalıbı kırıp, karnavalın dünyasına dalmayı göze alabilen yazarlarımız var mıdır? Mesela Oğuz Atay ın ya da Ahmet Hamdi Tanpınar ın tutturduğu sıradışı çizgiye bir de bu açıdan bakılabilir mi?
Velhasıl, edebiyat kuramcılarının nadide taşlara benzediği ülkemizde, yazarların edebiyat kuramıyla daha yakından ilgilenmelerinde sonsuz fayda var.
E Dergisi, Sayı 17, Ağustos 2000