Sanat ile kötülüğün bağdaşıp bağdaşmayacağını sorgularken fikri alınabilecek en eski düşüncelerden biri de Plato olsa gerek. Plato bu soruya hem büyük önem, hem de olumsuz bir yanıt verir. Aslında Plato nun, kötülüğün sanatsal temsiline bakışı öylesine olumsuzdur ki, sırf bu sebepten ötürü, tüm tiyatro oyunlarına şüpheyle yaklaşır. Filozofa göre tiyatro ile ilgili temel sorun, aktörlerin sahnedeyken, gerçek hayatta olduklarından daha hakir bir role bürünebilmeleridir. Böylece tiyatro sahnesinde hür insanlar köleleri, erkekler kadınları, yetişkinler çocukları canlandırabilmektedir. Oysa insan, kendinden daha aşağıda olana özenmemelidir. İyi biri asla kötü birini canlandırmamalı ve her ne amaçla olursa olsun, kötülük sahnelenmemelidir. İşte bu noktadan sonra Plato, dramanın tamamen yasaklanmasının çok daha hayırlı olacağı sonucuna varır. Bu açıdan bakıldığında, insan düşünmeden edemiyor. Acaba Plato niçin dramayı toptan yasaklamak yerine, içinde sadece iyilerin yer aldığı ve sadece iyiliğin canlandırıldığı bir tiyatronun savunusunu yapmadı? Yoksa, içinde kötüye yer, kötülere rol vermeyen oyunların olamayacağının mı farkındaydı? O zaman bir adım daha atıp şöyle soralım: Yoksa en geniş anlamıyla sanat, tıpkı Plato nun ideal devletinin şüpheyle baktığı drama gibi, kötülüğe göbekten bağlı mıdır?
Sanattaki kötülükten değil de, sanatçının kötülüğünden söz etmeye başladığımızda daha farklı bir alanda yürümeye başlarız. Bir sanatçıyı gözümüzde kötü kılan, "hayali" sanatıyla "hakiki" kişiliği arasındaki farklılıktır.
Sanatçının beklediğimiz gibi biri çıkmaması halinde, verdiğimiz tepki de sanatın dallarına göre değişmekte sanki. Filmlerde cesur ve yılmaz savaşçıları canlandıran bir aktörün gerçek hayatta korkak ve yılgın olduğunu görmek bizi pek fazla şaşırtmaz. Ne de olsa sergilenen sadece bir roldür ve modern dünyanın yurttaşları, Plato nun aksine, rol ile gerçeği titizlikle birbirinden ayırır. Farklı bir örnek teşkil etmekle birlikte, bir heykeltıraşın ya da bir ressamın aksiliği, hırçınlığı da doğrudan doğruya sanatının içeriği ile sanatçının kişiliği arasında onarılmaz bir kopukluk yaratmayabilir. Ama eğer söz konusu olan bir yazar ya da bir şair ise işler değişir. Edebiyat dünyasında hayal ile hakikatin bağlantıları kendi kurallarına göre tanımlanır. Bir edebiyatçının kişiliğini yazdıklarından okuruz. Bir kitabı okurken sadece anlatılanı değil, anlatanı da okuduğumuzu düşünmek isteriz. Kemalettin Tuğcu nun duygusal, Barbara Cartland ın şatafat meraklısı, Boris Vian ın asi, Bukowski nin ağzıbozuk, Stephen King in ürkütücü, Baudlaire nin hırçın, Hüseyin Rahmi Gürpınar ın argo düşkünü, Halide Edip Adıvar ın sert kadın olduklarını biliriz. Nerden mi? Yazdıklarından. Aynı mantıktan hareketle yazdıklarını çok sevdiğimiz edebiyatçıların iyi insanlar olduklarını peşinen kabulleniriz. Sevdiğimiz metinleri "iyi" metinler olarak tanımladığımıza göre, bu iyi metinlerin yazarlarını da neredeyse otomatik olarak "iyi" bir yere yerleştiririz.
Oysa belli olmaz. Hiç belli olmaz. Yazılan ile yazan arasında bir uyum olması gerekmez. Yazılarında kadın ve erkek bedenini müthiş bir betimlemeyle seviştiren biri aslında aseksüel olabilir, tıpkı, müthiş et ziyafetlerinin usta bir anlatıcısının vejetaryen olabileceği ya da hep kadın cinselliğini anlatan bir erkeğin eşcinsel çıkabileceği gibi. Plato nun ideal devletinde yaşamadığımıza göre, bir edebiyatçı, olduğu şeyi canlandırmak durumunda değildir. Aslında edebiyat belki de "olduğumuz şey"i olmayı sürdürmekten ziyade, "olmadığımız şey"in rolüne yakınlaşabilmektir. Eninde sonunda o "öteki" sandığımızdan hiç de uzak olmadığımızı görmek ve gösterebilmek için. Bu yüzden işte, rahatlıkla denebilir ki "kötü" yazarlar, hiç de kötü yazmazlar.
E Dergisi, Sayı 19, Ekim 2000