Kadim anlatılara göre, yeryüzündeki ilk şehir, insanlık tarihinin tanıdığı ilk katilin eseridir. Kabil, kardeşi Habil i öldürdükten sonra, toprak tarafından ebediyen reddedilmiştir. Bundan böyle ektiği tohumlar boyvermeyecek, dokunduğu bitkiler kuruyup solacak, bastığı toprağın bereketi kaçacaktır. Taşıdığı lanetten kaçmaya çalışırken, toprağa olan bağlılığından da kopan Kabil, en nihayetinde yerleşebilmek için siyah taşlarla bir yer inşa etmek durumunda kalır. İlk şehir böyle kurulur. Kurulur ve hızla büyür. Zira burası zamanla, farklı farklı yönlere giden kervanların yollarının kesiştiği bir kavşak ve farklı farklı demlerden çalan envai çeşit insanın buluşma mekânı olur. Şehir denilen yer, kalabalık ve hareketli, pis ve sorunlu, huzursuz ve gürültülüdür. Oburdur, doymak nedir bilmez. Açgözlüdür, bulduğuyla yetinmez.
Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü isimli kitabında, şehir hayatının, insanın zihnini ve kişiliğini katbekat geliştirebilecek kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu öne sürer. Sennett e göre, şehir hayatının bu yaratıcı özelliği, kamusal alanın dinamiklerinden kaynaklanmaktadır. Batı dillerinde city-civility arasındaki bağ, İslam toplumlarında Medine-medeniyet bağlantısında yankı bulur. Şehir ve medeniyet etimolojik olarak aynı kökten gelir. Şehrin, farklılıkların kesişme alanı olduğu ve insanların ancak bilinmeyenle karşılaştıkları zaman olgunlaşma fırsatı yakalayabildikleri gözönünde tutulursa, medeniyetin gelişimini şehrin gelişiminden ayrı düşünmek mümkün olmayacaktır. Ne var ki, günümüzde kamusal alan vaktiyle sahip olduğu önemi yitirmiştir. Artık kamusal alanlar, yaşanan mekânlar olmaktan çıkmış, öylesine ve hızla gelip geçilen yerlere dönüşmüştür. İşte kamusal alanın çözüle çözüle en nihayetinde eriyip gitmesine kadar uzanan bu süreç, gerek bireyler, gerekse toplum açısından son derece olumsuz sonuçlara gebedir.
Kamusal alan, yerini hızla özel alana/özel hayata bırakmıştır. Burada özel alandan kastedilen sadece bir evin çatısı altında olup biten değil, aynı zamanda tüm yerel ve dar kapsamlı yaşam alanlarıdır. Bu anlamda herkesin hempa olduğu cemaatler de birer özel alan oluştururlar. Günümüzde, Sennett in ısrarla vurguladığı üzere, farklı farklı kesimlerden insanların biraraya gelip tanıştıkları, birbirlerini yakından görüp gözlemleyebildikleri kolektif alan dokusu çözülmüş ve yerini birbirlerinden su geçirmez duvarlarla ayrılan yerel, sınırlı, tanıdık yaşam alanlarına bırakmıştır. Böylesi bir varoluş tarzı, getto mantığının yüceltilmesidir. Getto, dışarıdakilere karşı bir savunma kalesi ya da hayatta kalma stratejisi olabileceği gibi, dışarıdakilerin zorla dayattığı bir kapanma da olabilir. Her halükarda, her bir getto, farklılıktan çok aynılık kavramına dayanır. Temelde birbirini andıran, aşağı yukarı benzer şekilde hareket eden insanların ortak yaşam alanı olduğu için bir gettonun içinde herkes tanıdık ve bildik ve her yabancı tehlikedir. Bu açıdan bakıldığında, çevremizdeki herkesin hep aynı tanıdık mayadan yoğrulmuş olması, dilini konuşmadığımız birine anlatacak bir şeyimizin de olmadığını peşinen kabullenmemiz, aslında Richard Sennett in sözünü ettiği bu görünmeyen gettolardan birinde yaşamakta olduğumuzun göstergesidir.
Öte yandan Sennett bu geniş kapsamlı çalışmasında, modern toplumlarda bireylerin gettolaşma eğilimlerinin edebiyat açısından da son derece olumsuz etkileri olabileceğine dair ipuçları sunar. Atıfta bulunduğu yazarlardan biri de Balzac tır. Balzac, yazılarında taşralı ile kozmopolit kavramlarını karşılaştırarak ele almıştır. Balzac a göre, taşralının ana özelliği her gün gördüğü, dolayısıyla da yakından tanıdığı insanlarla gecesini gündüzünü geçirmesi ve bu tanıdık simalarda gözlemlediği şeyleri hakikat kabul etmesidir. Oysa bir kozmopolit, henüz karşılaşmadığı, henüz tanımadığı insanlara inanmaya hazırdır. Tam da bu sebepten ötürü, kozmopolit, kendisininkine benzemeyen hayatların var olduğunu bilir, birbirini andırmayan hikayelerin kesişebildiğini hisseder, hakikatin parçalı yapısını tanır. Kozmopolitin beslendiği kaynak, çok başlı, çok sesli, çok parçalıdır. Böylelikle, kozmopolitin yaşam evreni yabancıya açıktır. Sennett in de belirtildiği gibi, bu evrende yabancı, başka dünyadan gelen tuhaf ve korkutucu bir mahluk değil, merak konusu olan bir meçhuldür. Ve şehir, böylesi "yabancılarla karşılaşmanın kuvvetle muhtemel olduğu alan"dır.
Bir roman tıpkı bir kozmopolit gibi birden fazla dili konuşup, tıpkı bir şehir gibi "öteki"ni "biz"den sayabilir. Balzac ın ayak izlerinden gidip, bu analojiyi tamamlayacak olursak, bir romanı besleyecek olan ana kaynak da, kendi içinde taşıdığı yerel olanı anlatarak, yabancıyı tard, kamusal alanı inkar eden bir romancılık, bir müddet sonra ister istemez kendi kendini tekrar etmeye başlayacaktır. Eşdeyişle, hep aynı olanı, hep aynı biçimde, hep aynı okura anlatacaktır. Ancak tıpkı şehirlerde olduğu gibi, romanlarda da kamusal bir alanın mevcut olabilmesi bu sığ sulardan çıkmaya yardımcı olabilir. Bu sadece metinlere zenginlik ve dinamizm kazandırmak adına değil, bambaşka hikayeleri bambaşka insanlara aktarabilmek ve yabancıyı yabancılamamak bakımından da büyük önem taşımaktadır. Böylece, hayatımızı takiben romancılığımızın da gettolaşmasının önüne geçilebilir.
E Dergisi, Sayı 21, Aralık 2000