Ne yazık ki "gerçek" olan dünyada, ne yazık ki kendisi olduğunu söyleyen Borges için değil sadece, ne yazık ki kendimiz olan bizler için de alienation kelimesi saklı bir teselli barındırır içinde. Edebiyat, felsefe ve siyaset felsefesinin kesiştiği mecralarda kamp kurmayı seven Jean Starobinski, bir söyleşide, Fransızca alienation kelimesinin, "aklını yitirme, delirme" anlamlarını vurguladıktan sonra, buna yakın bir başka kelimenin altını çizer: "bir başkası olma"yı ifade eden alterite.
Batı kültüründe soytarının oynadığı rolde düğümlenir bu iki kelime. Soytarı adeta bir öte dünyadan, sahne dışındaki bir hayattan, ölüler aleminden ya da tuhaflıklar diyarından gelen biri bir "başkası"dır. Amacı insanları güldürmek ve güldürürken onların da bir "başkası" olmasını sağlamaktı. Soytarı sadece tiyatro oyunlarında kalabalıklar karşısında değil, kral ve kraliçenin karşısında da aynı işlevi yerine getirmekteydi. Böyle yaparak, iktidarın zirvesinde bulunan bu insanların kendi kendilerine yabancılaşmasını, hatta izledikleri soytarılıklara gülerken açık açık kendilerine de gülmelerini sağlamaktaydı.
Starobonski tespitini şu sözlerle noktalar: "insan kendi varlığından sıyrılmayı, en kaba kılığa bürünerek yok olmayı, bu yok oluşu neşe içinde gerçekleştirmeyi, böylelikle yeni bir varlık olarak bir kez daha doğmayı başarmalıdır."
Osmanlı da soytarının oynadığı işleve başka bir açıdan da olsa en yakın duran uygulama "tebdil gezmek"ti. Ancak tebdil gezdiklerinde padişahlar bir geceliğine de olsa kendi kendilerine yabancılaşmak, bir başkası olmak fırsatını buluyorlardı. Ne var ki, tebdil gezerken, kendi gözünde değil, sadece başkalarının gözünde "bir başkası" oluyordu padişah. Oysa soytarının soytarılıklarına gülen ve sahnede kendi "gülünç" yanıyla yüzleşen kral, bizzat kendi gözünde kendisi olmaktan çıkıyordu.
Aynı söyleşide Starobinski günümüz toplumlarında sıkça gündeme gelen manik-depresif çift kutupluluğa da değinerek, melankoli ile manik hallerin kişinin yaratıcılığını nasıl etkilediğine bakar. "O durumda kendini hâlâ çözümleyebilecek yetenekte olanlar, melankolinin tekdüze ve az üretici özelliğinin farkına varır. İnsan melankolik tekdüzelikten belki onun karşıt evresinde kurtulabilir: mani evresinde düşünceler hızlanır, kaotik hale gelir. Sürekli neşe, coşku durumu söz konusudur. düzen artık yitirilmiştir."
Neşenin değil daimi olanını, ara ara gelenini dahi kınar ve yadırgarız oysa bizde geçer akçe, her daim ağır olmak, ağır görünmektir. Bilhassa edebiyat söz konusu olduğunda, yaratıcılık süreciyle mani evresini değil, melankoliyi özdeşleştiririz. Bir yazar ne kadar melankolik ve "bunalım" görünürse, o kadar ciddiye alınır, saygı uyandırır. Manik halleri tasvip etmez, beğenmeyiz. İçten içe hâlâ gülmeyi bir utanç, cezalandırılması gereken bir taşkınlık olarak gördüğümüz için, gülmeye de gülene de şüpheyle yaklaşırız. Kendine yabancılaşarak, kendini çözümleyebilme fırsatı kayar gider ellerimizden. Ne kendimizle dalga geçer, ne de geçilmesinden hoşlanırız. “Komik” roman azdır Türkiye’de. Olanları da "ciddi edebiyat" saymayız zaten. Belki de hâlâ zihnimizin derinlerinde bir yerlerde, çocukluktan kalma bir ses yankılanır. Gülmeyi ciddiye almayan, mizahın dili bozduğuna inanan, çok gülersek çok ağlayacağımızı söyleyen, mutluluklarımıza kefaret biçen, kendini sevmeyen bir ses...
E Dergisi, Sayı 33, Aralık 2001