Elimde bir kalem; mürekkebi saydam, yazdıkları görünmez bir dolmakalem. Gazetelerin üçüncü sayfalarında çıkan haberleri işaretleyip, zihnimde istifliyorum nicedir. Türkiye’nin dört köşesinden, bambaşka şehirlerde, apayrı insanların karıştığı şiddet vakalarını biriktiriyorum. İşlenmiş cinayetler ya da art arda patlak veren cinayet teşebbüsleri… İlk bakışta tamamen ilgisiz hadiseler bunlar. Birbirlerini tanımaz etmez, bu olayların failleri de kurbanları da. Ama damar damar yollar var tüm bu cinayetlerin aralarında; onları birbirine bağlayan kültürel bağlar, alt geçitler, dehlizler var. Tıpkı yaşlı şehirlerin olduğu gibi, yaşlı memleketlerin de bir yeraltı boyutu, bir yeraltı yol haritası var. O haritadaki tünelleri işaretliyorum elimde kalemim. Aşağısı karanlık, nemli, havasız ve ürkütücü. Aşağısı turistlere göstermek istemediğimiz, değil başkasına anlatmak kendimize dahi kabullendirmekte zorluk çektiğimiz yanlarımız, o gölgeli tarafımız. Aşağısı ayın karanlık yüzü…
Kesip ayırdığım haberlerin arasında hemen dikkati çekiyor ‘liseli gençler’ kupürleri. Son zamanlarda üst üste yaşanan lise cinayetleri, basında hepi topu birkaç haber ve üstünkörü aktarılmış uzman görüşleri ile geçiştirildi. Genellikle kullanılan fotoğraflar, yapılan analizlerin iki katı büyüklükteydi. Fotoğraflarını görmek ve göstermekti aslolan, katillerden çok kurbanların teşhir ve rezil edildiği bu seyirlik toplumda. Böyle sunuldu haberler, “Okullarda Artan Şiddet” ya da “Gençlik Patlıyor!” türünden alt başlıklarla. Ve bu boyutta kalacak bu meselenin sunumu, ta ki yeni bir cinayet işlenene, yeni bir hadise patlak verene kadar.
Aralarda başka başka haberler: Ayrıldığı eşini kendisine geri dönmeye ikna etmeye çalışan, ikna edemeyince de benzin döküp yakan, silahla tarayan, bıçaklayan, satırla doğrayan eski kocalar. Tezatları en çarpıcı biçimde kullanmak, görselliği sömürmek, basının en iyi bildiği iş. Bir tarafta kurbanın kanlı fotoğrafı, üzerinde bir örtü, yatıyor yerde; beri yanda katil kocanın kim bilir ne zaman çekilmiş, nasıl elde edilmiş vesikalık bir fotoğrafı ve köşede kocaman büyütülmüş bir başka fotoğraf: Katil ile kurbanın seneler evvelinden kalma evlilik fotoğrafları. Kadının yüzüne hüzün çökmemiş henüz, erkeğin hatları katılaşmamış daha. Yan yana, el ele, umut dolu, tebessüm ederken kameraya.
Hadiseler arasında bağlantılar var. Birbirinden tamamen ayrı, alabildiğine kopuk gibi görünen tüm bu felaket haberleri arasında bir ilişki var, yakından bakınca. Hepsinde ortak olan: Yoğun bir aşktan aynı ölçüde yoğun bir nefrete geçebilmekteki süratimiz. Sevdiği kızı başkasıyla gezdi diye bıçaklayan liseli öğrenciler… Eski eşlerini kendilerine dönmek istemedi diye tarayan öfkeli kocalar… Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen en yakın dostlarını ağız dalaşıyla başlayan kavgalarda öldüren gençler… Vaktiyle çok sevdikleri insanları bir adımda harcayıveren, öldürüveren, yok ediveren Türkler…
Her hafta aldığım binlerce okur mektubunu düşünüyorum. Yüreğimi titreten içten ve insancıl ve sırdaş ve ruhdaş mektuplar aldım şimdiye kadar tüm dünyaya dağılmış nice Türkiyeliden. Hiç unutamayacağım güzellikte satırlar. Ama zaman zaman nefret, hakaret ve küfür dolu mektuplar aldığım da oldu. Kanıksadım artık, yadırgamıyorum. Yadırgadığım nokta, nasıl olup da ‘küfredenler’in ‘sevenler’ arasından çıkabildiği. İşte bir örnek:
“Sayın Elif Şafak, Şimdiye değin sizi çok seviyor, durmadan sizden bahsediyor, tüm arkadaşlarıma tüm romanlarınızı tavsiye ediyordum. Ama bu hafta …. başlıklı yazınızı okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Yazdıklarınıza hiç katılmıyorum. Bir daha sizi katiyen okumamaya karar verdim…”
Ne kadar kolaymış som beğeniden abartılı tepkiye geçmek? Ne de incecik bir sınır varmış arada? Demek bir fikir ayrılığı, bir uyuşmazlık yetiyor da artıyor aşktan nefrete salınmamıza. Bu tür sarkaçlara ‘border line’ vakalarda rastlanır sık sık. Daha yakın zamana kadar öve öve göklere çıkardığı birini, bir beklenmedik gelişme ya da yanlış anlama sonrası aniden yerin dibine batırıverir bu tür hastalar. Aşkı da nefreti de abartılı yaşarlar. Peki biz milletçe böyle bir sendromdan mı mustaribiz? Aşklarımız da nefretlerimiz de alabildiğine abartılı. Vur deyince öldüren cinsten. Ve saç teli kadar incecik bir sınır var arada; bir bakmışsın sınırın beri yanındasın, derken hop öte tarafta. Kıldan ince köprüler üzerinde yürütüyoruz ilişkilerimizi.
Avrupa Birliği ile ilişkimiz de aşk ve nefret sarkacı üzerine kurulu adeta. Avrupalılar tarafından sevilip istenince seviniyor, olaylar istediğimiz gibi geliştiği ve pek fazla zora koşulmadığımız müddetçe ibreyi ‘aşk’ tarafına çeviriyoruz. İşte o zaman bizden büyük âşık yok, görmeyin coşkumuzu. Bir müddet böyle gidiyor işler. Derken rüzgar yön değiştirmeye görsün, ne vakit eleştirilsek, beğenilmediğimizi hissetsek, vay sen misin beni eleştiren, anında kayıyor ibre ‘nefret’ tarafına. Buram buram nefret ediyoruz daha düne kadar ölesiye sevdiklerimizden.
Şişirilmiş aşktan nefrete… Şişirilmiş nefretten aşka… Hem tek tek hem topluca sıçrayıp duruyoruz bir o yana, bir bu yana.
Tempo, Sayı 18/961, 4 Mayıs 2006