“Bu savaşa karşı çıkan Amerikalılar,
ne çabuk unuttular 11 Eylül’ün acılarını?”
Ekrandan soruyu soran genç kadının yüzüne bakıyorum; onun “bu yana” bakmadığını bile bile. Sorduğu soruyu katmanlarına ayırıyorum; onun bir cevap arayışında olmadığını bildiğim halde. Amerikan toplumunun mecrasını belirleyen iki ana akıntı var; biri yüzeye yakın akıyor, kendinden emin, gidişatından memnun, çağlayarak. Öteki akıntı daha dipte, daha derin, daha az emin kendinden, haliyle daha bilgili. Şimdilerde bu iki akıntı arasındaki yön ve nitelik farkı tüm çıplaklığıyla yansıyor yüzeye. Bir tarafta, dünyanın bir merkezi, o merkezin de kendi küçük kasabası olduğuna inananlar. Öteki tarafta, kasabaların, hudutların dışındaki hayatının hiç olmazsa ayırdında olup da, bu benmerkezciliğin bedellerini görebilecek kadar ufkunu açık tutanlar... aydınlar. Bugünlerde gene en yalnız kalan, ne zaman seslerini yükseltseler “vatan sevgileri”nden şüphe edilenler gene onlar.
Savaş yanlısı bir gösteride görüntülenen bu genç kadının zihninde Irak yönetimi ile 11 Eylül olayları ne zaman nasıl birbirine kenetlendi? Iraklı kadınları kurtarmaktan, özgürleştirmekten söz ederken, sarf ettiği kelimelerin Afgan kadınlarını resmettiğinin, Afgan kadınları ile Irak’taki kadınların durumunu birbirine karıştırdığının farkında mı? Irak’ın paradoksal bir şekilde, Ortadoğu’daki sistemler içinde görece, kadınlar açısından en rahat yaşanır sistemlerden birini teşkil ettiğini bilenlerin sayısı niçin bu kadar az Amerika’da? İslam ülkelerinin hepsinin aynı fıçıya batırılıp batırılıp çıkarılmışçasına bir örnek giyinmediklerini anlatmak niye bu kadar zor?
Bugün eğer Bush yönetimi kendi halkının büyük çoğunluğunu arkasına toplayabildiyse bunu önemli ölçüde bu tabandan gelen cehalete borçlu. İlk bakışta, 11 Eylül’ün ardından “İslam” ile ilgili kitap basımında inanılmaz bir artış var Batı’da. Fakat bu kitapların önemli bir kısmı kapsül bilgiler ve kapsül çözümler peşinde. Anlama arzusundan ziyade, zaten önceden varılan bir sonucun altını doldurma gayesi belirgin.
İlginç olan burada öğrenim gören Müslüman öğrencilere de sirayet etmiş aynı kapalılık. Amerika’daki çeşitli üniversitelerde okuyan Faslı, Cezayirli, Mısırlı, Türk... öğrenciler ağırlıklı olarak ‘kendi’ meseleleri üzerine araştırma yapmakta, kendi cemaatleri içinde yaşamakta. Camdan gettolar var şehirlerin katmanlarında. Sınırların camdan olması, sınırlanmadığımız anlamına gelmiyor. Tıpkı, dışarıyı seyredebiliyor olmamızın, oradan gelen havayı soluyabildiğimiz anlamına gelmediği gibi...
Sağım, solum, önüm, arkam... ailem ve dostlarım... sadece bana benzeyen, benim gibi düşünen insanlardan oluşuyorsa; benim gibi düşünmeyenlerin yazdıklarını okuma zahmetine katlanmıyorsam; farklı düşünenlerin kitaplarını okuduğumda bunu sadece onların tezlerini daha iyi çürütebilmek gayesiyle yapıyorsam; bunca çetrefil meselelerin cevapları önceden bu kadar net ve sabitse kafamda, bilmediğim gibi bir de üstüne üstlük bildiğimi sanıyor, bilgisizliğimle yüzleşemiyorsam her adımda... öğrenecek bir şeyim kalmamış demektir hayattan. Ayaklı çimento kalıplarıyız. Yürümeye muktedir ama bükülmeye asla.
Aşağıdakilerin cehaleti iktidardakilere yarıyor sadece. Ve Türkiye... Türkiye beni korkutuyor cehaletinden duyduğu memnuniyetle. Türkiye’de eleştirel zihinlere sahip olanlar din konusunda ilgisiz; dinler tarihine, dinler felsefesine, kültürel tarihe bigane. Bu konularda okuyanlar ise meseleyi tamamen inanç, inancı da tutkalla sabitlenmiş aidiyet düzeyinde anladıkları için eleştirel düşünceden yoksun. Sıkışıvermişiz iki arada.
Amerika’da niceleri nasıl önyargılı ise İslam konusunda, nasıl yekpare bir blok halinde algılıyorsa tüm İslam ya da Doğu ülkelerini; Türkiye’de de üzücü bir eğilim var Batı’yı ve dünyayı salt uluslararası ilişkiler düzeyinde takip etmekten yana. Haberleri dinlemek, diplomatik ilişkilerden şöyle böyle haberdar olmak, savaşın ardında petrol çıkarları tespit etmek... hepsi bu kadar. Bunları konuşabilirsiniz de rahatlıkla, mesele müziğe, felsefeye, sinemaya, hele hele bağımsız sinemaya yahut edebiyata gelince, bilenler de, bilme gereği duyanlar da bir avuç kalıverir ortada. Kayıtsızlık sansür ile hısım akraba. Zizek, Cioran, Kristeva, Althusser okuyanlarla Mevlana hakkında konuşamazsınız; Mevlana hakkında konuşabildiklerinizle de sadece diğerlerini değil, ne acıdır ki, Şems’i dahi konuşamazsınız. Bilgi depolarımız kutu kutu depolanmış, dondurulmuş.
Cahilin ayırt edici niteliği öyle korkaklığında filan değil, “cehalet” dendi mi, aklına hemen başkalarını getirmesinde yatıyor. Cahiliz. Ve her cahil gibi bizi de ölesiye korkutuyor “bilmediğimiz”.
06.04.2003