Sinemanın eğlencelik-seyirlik-çekirdek çitlemelik değil, "kahrolası" bir âlem olduğunu keşfetmeye başladığımda, 13 yaşında, İspanya daydım. Amerikan filmlerinin problemli-çocuk-profili ne fazlasıyla uyuyordu eşgalim. Annesi babası ayrılmış / kardeşsiz ve arkadaşsız / yalnızlığından kurtulmak için ya ağaçlarla ya da uzaylılarla ahbaplık kurmaya kalkan / yaşadığı hayattan sıkılmakla birlikte hayatın sıkılmadan nasıl yaşanabileceğine dair en ufak bir fikri olmayan / tipik, patetik, tek çocuk. Filmlerde beklenmedik maceralara atılarak, kahramanlara dönüşen çocuklar benim gibilerdi işte. Neverending Story nin kitabında ve filminde mesela, aynı bana benzeyen mutsuz-şişman çocuk, okul arkadaşlarının zulmünden kurtulmak için saklandığı çöp tenekesinden çıkıp, muhteşem bir fantastik kurgunun kahraman-prensi oluvermişti. Bense, hem çöplerden, hem serüvenlerden uzakta, debeleniyordum kendi hâlimde. Elizabeth i o günlerde tanıdım. Amerikalıydı. Nam-ı diğer, Lizzy.
Arkadaş filan değildik ya, hiçbir zaman da öyleymişiz gibi davranma gereği duymadık. Başka arkadaşları olmadığı için birbirini bulanlar, arkadaşlığın en âlâsını kurduklarını sanmaktan hoşlansalar da, değil arkadaş, tanışık bile kalamazlar uzun vadede. Seçeneksizlikten doğan seçimdi bizimki de. Tıpkı benim gibi, yalnız ve kayıptı o da yabancı bir ülkede. Akşama doğru okul çıkışı uğrardım evlerine. Ve her gidişimde muhakkak, anne-baba-abla ve Lizzy den oluşan dört kişilik ailenin her bir ferdini bir koltuğa oturmuş, kucağında çuval büyüklüğünde tırtıklı patates cipsleriyle televizyon izler vaziyette bulurdum. Seyrettikleri, Amerikan sit-com larıydı. Gülerken, cips kırıntıları saçılırdı ağızlarından. Aldırmazlardı.
Altyazı Aylık Sinema Dergisi, Temmuz-Ağustos 2002