İlm-i cefr (kayıptan haber veren bilim), simya (batıl kimya bilimi) ve tılsımat (tılsımlar) denilen ve esrar-ı huruf (harflerin sırları) üzerine kurulmuş bir bilim vardır ki, bu bilimi anlamak bizim kârımız olmadığından, yalnız harflerin böyle bir bilimi olduğunu haber veriyoruz.
Necip Asım Yazıksız, Kitap, 1893
Altı yaşındaydım. Sınır boylarındaki tüm rakamlar gibi cenabet, tekinsiz bir yaş! Dışarıdan nasıl göründüğümü kestiremiyorum ama kendi gözümden bakıldığında vaziyetimi özetleyen tek cümle vardı herhalde: Otuz üç kişilik sınıfta kırmızı kurdelasız bir ben kalmıştım! Saçlarım uzun olsa, olabilseydi eğer, öfkeli at kuyrukları, hırçın örükler yapıp; uzun tırnaklı sınıf öğretmeninin merasimle taktığı kurdelalardan çok daha büyüklerini sallar, sallandırırdım elbet. Ama yapabildiğim tek şey, benden esirgenenlerden çok daha kırmızı olduklarına kendimi inandırdığım külotlu çoraplar giymekti siyah önlüğün altına. Cılız bir teselliydi renklerin benzerliği. İşe yaramıyordu. Ne de olsa kırmızı külotlu çoraplar, yakalara takılan kırmızı kurdelaların aksine, okuma yazmayı öğrenmenin göstergesi sayılmıyordu. Bu durumda, ilkokul birinci sınıfın ikinci dönemi sona ermek üzereyken, otuz üç kişilik sınıfta bir tek ben kalmıştım okuma yazmayı söktüğünü tescil ettiremeyen.
Mesele okumak değildi; onu zaten biliyordum. Yazmaktı mesele. Fişleri, ödevleri, cümleleri ya da alfabeyi değil… Tek bir harfi yazmak. Aylar sonra bile büyük G’nin koca göbeğini istenilen gerginlikte çizmeyi başaramıyordum. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, heyula G’nin boynuzlu kafasıyla kıllı göbeği birleşmiyordu bir türlü; kafasından gövdesine usulca insem de, göbeğinden aldığım kavisi ansızın tersine döndürsem de, sonuç değişmiyordu. Büyük G, tamamen kontrolüm dışındaydı. Olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi şekilleniyordu. Tekinsizdi. Kafasına buyruktu. Üstelik çok da kötü örnek oluyordu ötekilere. O diğerleriyle bütünleşemedikçe, bütün diye bir şey kalmıyordu ortada. Alfabe bütünselliğini yitirmiş, 29 ayrı telden çalan 29 küçümen parçaya ayrılmıştı gözümde. “C’leri yapmayı bilen, G’leri de yapar!” diyordu uzun tırnakları kırmızı ojeli sınıf öğretmeni. Hele hele yumuşak G’leri yapanın, sert G’lerde çuvallamasını inandırıcı bulmuyordu besbelli. Bense bit türlü anlatamıyordum ? ile G arasında herhangi bir yakınlık olmadığını. İkisi o kadar farklı şeylerdi ki.
Neyse ki öğretmenden tescilli olup olmamam umurunda bile değildi kitapların. Kapaklarını açıp, dilediğim gibi geçebiliyordum eşiklerinden. Kitapların sınır boylarından geçebilmek için kırmızı geçiş belgeleri gerekmiyordu, ne de takdirnameler filan. G harfinin göbeğinin ölçüleriyle uğraşmıyordu onlar. Okuyordum ben de. Kurdelasızlığıma inat, çok okuyordum yaşıtlarımdan. Yazıyordum bir de. Sınıfta yazamadıklarımı yazabildiğim, olmadığım insana dönüşebildiğim günlükler tutuyordum durmadan. Ve ne zaman büyük G çizmem gerekse günlük niyetine doldurduğum defterlere, açık bir ağız çiziyordum onun yerine. Hem daha kolaydı böylesi; hem de aynı cırtlak GEEE sesini kolaylıkla çıkarabiliyordu istediğimde.
Dönem sonlarına doğru, sınıfta, otuz iki kurdelalı öğrencinin ortasında, altıma yaptım. Giydiğim külotlu çorabın kırmızısı koyulaştı ıslanınca. Aynı haftanın sonunda daha fazla üzerime düşmeyi uygun görmeyen sınıf öğretmeni, sanki her şey birdenbire değişip düzelivermişçesine, bir gün aniden yakama takıverdi çekmecesindeki son kurdelayı. Neyse ki öğretmenden çok daha basiretli çıktı kurdela. Düştü kayboldu hemen, taşıyamayacağımı anlamışçasına.
Okumayı öğrendiğimizde yazının sırlarına vâkıf olmaya başladığımızı düşünürüz nedense. Oysa tersi de doğrudur bunun. Okumayı öğrenmek, ebediyen yitirmek demektir yazının gizemini. İnsan, okuyamadığı bir yazının karşısına dikildiğinde, henüz-anlamlandırılmamış-boşluğun-ürpertisini hisseder. Açık bir ağzın karanlık boşluğunu. Her şeyi söylüyor olabilir okunamayan bir yazı, çözülememiş bir kitabe, silik bir mezartaşı, yabancı bir metin, kayıp bir kitap. Eskiden, okuma yazmayı elif-ba cüzleriyle öğretirlerken çocuklara, harfleri dörder beşer gruplara ayırıp, alt alta sıralarlardı. Ancak toplamı tek sayı olduğu için alfabedeki harflerin, sıralama nasıl yapılırsa yapılsın, bir harf hep açıkta, daima sap gibi yalnız kalırdı. Osmanlı’nın vaktiyle namdar ama bugün hakkıyla okunmayan kitapseverlerinden Necip Asım Yazıksız’ın naklettiğine göre, bu boş yeri doldurmak için tuhaf bir şekil yapmak âdetti. Bu şekle “kargacık burgacık” adı verilirdi. Tıpkı bugün, anlayamadığımız, anlamlandıramadığımız her şeye dediğimiz gibi.
Kargacık burgacığın kadim geleneğidir esrar-ı huruf. Harflerin seslerine kulak vermeyi gerektirir ve bir de bilmeyi, bilinemezliği. Mikrokozmosu makrokozmosa bağlar; harfi kitaba, kitabı da kainata. Benzer bir noktadan hareketle, dünyanın bir kitap olduğuna inandı Bacon. Bilinen şifreleriyle olduğu kadar, sökülemeyen harfiyle de ilgiliydi bu metnin. Ama işte o karanlık ağızlı puslu harfle, bu yüzyılda herhalde çok az insan Borges gibi derinden, yürekten, mütemadiyen ilgilenmiştir. Sanılanın aksine, fanatik dindarlar ya da bir-lokma-bir-hırka mistikler değildir her zaman, esrar-ı hurufun sebatkar takipçileri.
Bana gelince, bunca zaman sonra bugün, bilgisayar teknolojisinin gelişiminde katkısı olan adlı adsız, sanlı sansız herkese şükranlarımı sunmalıyım sanırım. El yazımı benden uzaklaştırıp, büyük G’nin açık duran ağzını kısa süreliğine de olsa kapatmasını sağlayan bilgisayar teknolojisi olmasaydı ben, yazdığım her romanda sayfa sayfa, satır satır başa dönüp, tekmil büyük G’lerin karınlarını tek tek germekle uğraşıyor olacaktım muhtemelen. Ben ne kadar çekiştirirsem çekiştireyim, onun kendi bildiği gibi gevşeyip sarkacağını, dirilip canlanacağını bile bile.
Aries, Sayı 1, 2002