Şeker hayli kıymetliydi o zamanlar. Gene de şenliklerde, bilhassa 18. yüzyıl başlarında düzenlenen şenliklerde, şekerden yapma süsler boy gösterirdi sıklıkla. Envai çeşit yiyecek ve içeceğin, fiyakalı süslemeler, gösterişli havai fişeklerin yanı sıra, okkalı bir harcama kalemiydi şeker. Sükker nakkaşları denirdi onlara. Şekerden çeşit çeşit nesneler yaparlardı; yarı hakiki yarı hayali. Yunuslar ve Ankalar yaparlardı mesela; dilsiz bülbüller ve kokusuz güller… Çetindi işleri. Hem rengarenk boyayacaksın bunca şeker heykelciğini, hem de hâlâ yenilebilir olmalarını sağlayacaksın ki, şenlik sona erdiğinde halka dağıtılabilsinler. Çetin ve çetrefildi işleri, suretlerin cisimleştirilmesinin şüpheyle karşılandığı bir toplumda. Hem eserin puta benzemesin diye uğraşacaksın; hem de elin kayacak kimi zaman, tutamayacaksın kendini, öyle güzel, öyle canlı olacak ki ellerinden çıkan, altın buzağısını Musa’nın yerine geçirmeye kalkan Samiri gibi ehl-i nar olacaksın seyircilerinin gözünde. Çoğunluğu İspanya-Venedik Yahudilerinin soylarından gelen ve nereye giderlerse gitsinler, latif bir estetik zevkini de peşlerisıra sürükleyen sükker nakkaşları, kimsenin akıl sır erdiremediği bir sanatı icra edebilmek için canlarıyla oynayan ‘hayat-baz’lar gibi ince buz, gerilmiş ip üzerinde yürüyorlardı özünde.
Düşünce tarihimizin kilit kelimelerinden biri de HUDUT olsa gerek. Kimin hareket alanının nerede başlayıp nerede sona ermesi gerektiğini bilinçaltımıza kazıyan ve bize daima haddimizi hatırlatan hudut boyları. Kendileri için önceden çizilmiş alanların dışına çıkmadıkları müddetçe diledikleri gibi çalışmakta serbestti sükker nakkaşları. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, yüz yapmaktan kaçınmalıydılar. Şekerden de olsa malzemeleri, eninde sonunda dağılmaya parçalanmaya faniliğe mahkum da olsa eserleri, uzak durmalıydılar suretlerden ve suretlere biçilen bedelden.
Tıpkı sükker nakkaşları gibi, hünsalar da bilirdi hudut boylarının ne denli tehlikeli, nasıl da belirleyici olabileceğini. Dünyaya doğuştan çift cinsiyetli gelen bu insanlar, cinsiyetlerin yaşam alanlarının dikkatle ayrıldığı bir toplumsal yapılanma içinde başlıbaşına birer tehdittiler hudutları çiğnemeye kalktıkları takdirde. İşin doğrusu hermafroditler sadece İslam alimlerinin değil, Hıristiyan alimlerinin de yazı ve inceleme konusu olmuşlardı uzunca bir zaman. Ama işte önemli bir farklılık vardı bu iki grubun arasında. Hıristiyan alimlerinin gözünde, bedensellik ve cinsellik ve tabii buradan türeyebilecek olan günahkarlıktı öncelikle bakılması gereken. İslam alimleri ise bir hermafroditin bedeninin doğurabileceği günahlardan ziyade, toplumsal sınırlar içinde nereye denk düşeceğini anlamak ve açıklamak peşindeydi öncelikle. Mesela bir hünsa, nerede namaz kılabilecekti camiye gittiğinde? Erkeklerin arasında mı, yoksa kadınlar arasında mı? Ya da erkekler ile kadınlar arasında bir ara-bölmede mi? Peki ya yüzü? Yüzü açık mı gezecekti, erkekler gibi, yoksa kapalı mı, kadınlar gibi? Sistemin zarar görmeden devam edebilmesi için, hermafroditlerin, toplumsallığın haritasında hangi hudut boylarına yerleştirileceği muhakkak belirlenmeliydi. Hıristiyan ülkelerinde yaşayan hermafroditlerin kimlikleri bedenlerine odaklanmışken, İslam ülkelerinde yaşayanlarınki yüzlerinde sabitlenmişti. Hünsalar yüzlerine aitti.
Yüz bir hudut boyudur.
Yabancıyı Ben’den, geçmişi Şimdi’den, tahammülü zor olanı tahammülü kolay olandan ayıran bir hudut.
Tıpkı sükker nakkaşları ve hünsalar gibi, yüzün nasıl da aşılmaz bir hudut boyu çizdiğinin bilincinde olan bir başka insan grubu da aşıklar olsa gerek. Deleuze’ün yazdığı gibi, bir insana aşık olmak onu kalabalığın içinden çekip çıkarmak, çokluğun içinde tek kılmak ve sonra aynı hızla o teklik içindeki çokluğu keşfetmek ise eğer, öncelikle yüzler arasında bir tek yüze aşık oluruz; sonra da aynı yüzün içindeki pek çok yüzü keşfetmeye başlarız ürpertiyle. Keşfettiğimiz her yeni yüzle, ilk gördüğümüz yüzden biraz daha uzaklaşırız. Sevdiğimiz kişinin yüzünün çoğulluğu, belirsizliği, silinebilirliği içten içe huzursuz eder bizi. Bu yüzden olsa gerek, onlar derin uykudayken uzun uzun seyrederiz sevdiklerimizin yüzlerini. Ruhlarının yedi kat derinliğine açılan kapıların orada bir yerde saklı olduğunu içten içe sezinlediğimiz için… Gün boyu bizden sakladıkları yüzlerini görmek, gördüklerimizin sırrına erebilmek için…
Şöhretinin doruğunda iken Mevlana, uzun mesafeler kat edip de onu görmeye dinlemeye gelen hayranları arasından sıyrılan ve tepeden tırnağa karalara, çapullara, arayışa bürünmüş bir derviş, “Ey dünyanın sarrafı gör beni!” demişti ona. Bir yüzü görmekle başlar aşk. Ve bittiğinde, gene aynı yüzü sildirir geride kalana.
Bir hudut boyudur yüz. Ve belki de bu yüzden ne vakit ayrılsak sevdiklerimizden, önce yüzlerini unuturuz. Şekerden yapılmış suretler gibi eriyip çözülür, dağılıp silinirler peyderpey. Hatlarını yitirdikçe kirli ama boş bir kağıda dönüşüverir sevdiklerimizin yüzleri. Hudutlarından kurtulurlar, ipinden kopmuş balonlar misali. O zaman alıp istediğimiz yere yerleştirebiliriz onları. Yeniden yazabiliriz ortak geçmişimizi. Aşkın da bir resmi tarihi vardır ne de olsa, tarafların hafızalarının şaibeli tutanaklarında. Resmi tarihe aykırı düşen her türlü gerçeği ortadan kaldırabilmek, bizim haklı, onların ise haksız olduklarına inanabilmek için önce yüzlerini silmekle başlarız işe. Sonra istersek eğer, silbaştan çizebiliriz hatlarını. İşimize geldiği gibi.
Önce yüzlerini unuturuz sevdiklerimizin. En çok yüzümüzün unutulmasından korktuğumuz halde.
Aries, Sayı 3, 2002-2003