Yurtdışında bulunmak, hele hele yaşamaya kalkmak demek, tek kişilik ordu misali yek vücudda milyonları barındırmaya zorlanmak demek. Yurtdışına çıkan her ferd, “ayaklı ulus” halinde dolaşma ihtimaliyle yüzleşmek durumunda. Mesele özünde bir “temsil” meselesi. Aslolan kişiliğiniz yahut bireyselliğiniz değil, hangi kolektiviteye ait olduğunuz, yani temsil etmekle yükümlü tutulduğunuz milliyet. Aslolan illâ ki “aidiyet”.
Alışkanlıklarınız, gündelik yaşam kodlarınız, yeme–içme zevkleriniz... En sıradan şey dahi birdenbire bir milletin etiketine dönüşebilir başkalarının gözünde. Diyelim ki siz bol baharatlı seviyorsunuz yemeğinizi, sizi gözlemleyenlerin gözünde bir de bakmışsınız ki “Türkler bol baharatlı yer” genellemesine dönüşüvermiş kişisel zevkiniz. Örnekler nahoşlaştıkça, veballeri de büyür zihninizde. Belki her milletten yabancı maruz kalır bu genellemelere; ama bunlardan çok azında bizdeki kadar kronik bir hal almışa benzer “temsil–i millet” fikri.
Yurtdışında yaşayan Türkler şaşmaz, aksamaz bir biçimde “imajımızı düzeltmek” için çırpınan elçilere dönüşmüşler. Komşuluk ilişkileri, arkadaşlıklar, gündelik yaşamda karşılaşılan herkese nasıl davranılacağı... Yabancı olmak demek her şeyden evvel bir “sûret” meselesi bizim nazarımızda. Dışarıdan nasıl göründüğümüzü kollamak refleks halini almış artık bünyemizde. Türklük, sürekli kendine dışarıdan bakmak, görüntüye çekidüzen vermek demek. Oysa çekidüzen, düzeltmekle bir değil. Temsil–i millet arzusu, eleştirel bakış açısından da, kendini dönüştürebilmekten de fersah fersah uzak. Niyet ne denli iyi olursa olsun son tahlilde varılan sadece bir makyaj, Türkiye’nin uluslararası arenadaki kırışıklıklarını kapatabilmek için bireysel görüntümüzü allayıp pullayıp fıçı fıçı boyaya batırmak.
Bu ay iki farklı şehirde okuma ve konuşma yapmak üzere bulunduğumda baktım ki benden önce varmış, gideceğim yerlere nüfus kimliğimde yazılı ibareler. “Müslüman bir ülkeden gelen kadın yazar” olarak ilginç bir tür olabilirim pek çok Batılının gözünde. Eğer yön vermezseniz konuşmaların gidişatına, gelen sorular, yapılan yorumlar çakılıp kalabilir bu zemin üzerinde.
Ama işte ‘birey’ ile ‘bütün’ü bir tutma eğilimi ne ilginçtir ki en çok Türkler tarafından kanıksanmış olmalı ki, kaç kez duydum tıpatıp aynı cümleleri gittiğim yerlerde yaşayan Türklerden: “Çok iyi oldu buraya gelmeniz, Türklerin Araplara benzemediğini görmüş oldular...” “Sayenizde Türk kadınının gücünü gördüler...” “Türkiye’nin modern yüzünü göstermiş oldunuz...” Arada tüm samimiyetiyle gelip tebrik eden “gurbetçiler”, Amerika’da, Almanya’da yahut kıta Avrupa’sında senebesene çektiklerinin adeta karşılığı alınmışçasına samimi bir heyecan içinde; ama temelde hep “biz” ve “onlar” ayırımıyla yaklaşarak meselelere.
Edebiyat, roman, sanat... Bir de bakmışsınız ki hepsi bir kenara, hepsi ikinci planda. Onlar sadece imajımızı düzeltmeye yarayan bahaneler. Söylemeye ne hacet, yurtiçindeki Türkler gibi yurtdışındakilerin de pek çoğu “kitap okumaya vakit bulamamaktan” şikayetçiler.
Türk edebiyatı da geçmişte tek tek bireyler üzerinden ulusları ya idealleştirip yüceltme yahut karalayıp öteleme potansiyelini bol keseden harcadı. Romancılığımızın mihenk taşlarında birer turnusol kağıdı gibi iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmek üzere kullanıldı gayrimüslim tiplemeler. Bu tiplemeler üzerinden yüceltildi Türkler. Eğer romanın yapısında bir ya da birkaç adet gayri–Türk yoksa, yani ‘biz bize’ isek, ancak o zaman kötü yanları dile getirildi Türklerin. Cinsellik her zaman önemli bir maya oldu romancılığımızda. Azınlık kadınlarından bahsederken muhakkak bir hafifmeşreplik yakıştırması yapıldı satır aralarında. Aksi takdirde, deli gibi âşık olup Türk erkeğine illa ki bir dönüşüm yaşayacaktı bu karakterler.
Kurgu ya da “gerçek hayat”, tek kişilik cemaatler, iki kollu ordular halinde dolaştırılmaktayız çoğu zaman, hem mecbur bırakıldığımızdan hem de bu dayatmayı içselleştirip kanıksadığımızdan. Benim nezdimde “Müslüman ülkelerden gelen modern kadın”ı görmek isteyen Amerikalı da, imajımızı düzeltmek isteyen Türk de aynı mantık uyarınca hareket etmekte. Bireyselliği bir hakaret, bir küfür gibi kullandık çoğu zaman. Kendi bireysel farklılığını koymak ve göstermek isteyenlerin karşılığı “benmerkezci”dir toplumsal kodlarımızın şaşmaz lügatında.
Sonuçta, ister yurtiçinde olsun ister yurtdışında, aynı temel soru olanca kudretiyle dikiliyor karşımızda: Dışarıdan nasıl göründüğüne hayli kafa yorulmakla birlikte içini dönüştürmeye zerrece çaba sarf edilmeyen “BİZ” kalıplarının sağladığı güvenceye mi yaslanacağız yoksa kendi başımıza uçmayı mı deneyeceğiz, kırarak bu çemberler içre aidiyet çemberlerini, Mesnevi’de tasvir edilen o iki nadide ve sakat kuş gibi sürülerden gayrı uçmayı yeğleyerek.
27.04.2003