“E artık hadi git be kardeşim. Şu mendeburu atlatamazsak, hayatta varamayız” dedi dördümüzden biri. Ama hangimiz olduğuna dikkat etmedik hiçbirimiz.
Yoldaydık. Saatte 40 km. hızla önümüz sıra rampayı çıkan, doğuştan zeytin lekeli, hayli kıllı bir kolu seyrediyorduk. Hava soğuktu ama belli ki, dirsekten yukarısı görünmeyen kol, oldukça bunalmıştı. Pencereden içeri girmek bilmiyor; elin ayası, yerdeki beyaz şeritlere dönük, huysuz ve huzursuz sallanıyordu boşlukta. Bolu Dağı’nın tırmanma şeridinde, doğuştan zeytin lekeli, hayli kıllı bir kolun kullandığı tomruk yüklü kamyonun arkasında seyreden bir bisküvi dağıtım kamyonetinin içindeydik. Bisküvi kutuları değil, evim vardı arkada. 1999 başlarında ben, yerleşmek üzere İstanbul’a geliyordum.
İstanbul’da tutulan evin kirası-emlakçı ücreti-depoziti derken, eldeki tüm para suyunu çekince, herhangi bir nakliye şirketiyle anlaşmak söz konusu bile olamamıştı. Çulsuz ve gamsızdı sevgilim; bu gidişin ayrılık anlamına geldiğini bildiği halde, benden daha çok sahip çıkıyordu İstanbul özlemime. Onun Maltepe’deki arkadaşları tam da bu aşamada girmişti devreye. İçlerinden birinin kamyoneti vardı altında; şehrin iki yakasına hafta içi her gün, ünlü bir firmanın bisküvilerini dağıtırdı bununla. Gerçi kamyonet kendisine değil, patronuna aitti ama hiç görmediğimiz halde nedense sarkık gıdıklı, ablak suratlı olarak tasavvur ettiğimiz ve topluca nefret ettiğimiz bu adam, istisnasız her hafta sonunu karısıyla beraber Çınarcık’taki evlerinde geçirdiğinden, bu iki günlük zaman diliminde kamyonet şehir dışına çıkartılabilirdi çaktırmadan. Adamın astımı vardı. Havasının sağlığına iyi geldiğine inandığından, sadece hafta sonlarını değil, yaz aylarını da orada geçirirdi tamamen. Kamyonet pazartesi saat 08:30 itibariyle hazır ettiğimiz takdirde, ruhu bile duymayacaktı muhtemelen.
Böylece Maltepeli ekibin, cumartesi sabahı bisküvi kamyonetine atlayıp öğleden sonra Ankara’ya ulaşmasıyla, aynı gün içinde, arka kasadaki her bir santimi değerlendirerek, olabildiğince çok eşya üst üste istiflenmiş ve pazar sabahı tekrar yola çıkılmıştı İstanbul’a doğru. Şimdi, doğuştan zeytin lekeli, hayli kıllı bir kolun kullandığı tomruk kamyonunun izinde giderken, bunca iş yapmış olmaktan ziyade, daha yapacak onca iş olduğunu bilmenin yorgunluğu çökmüştü üzerimize. Konuşmuyorduk. Yerel bir radyoyu dinliyorduk. Cızırtılar çalan müzikten daha fazla çıktığı halde, birimizin bile uzanıp da başka bir kanal aradığı yoktu. Arkaya koyamadığımız eşyalarla doluydu zaten kucaklarımız. Benimkinde bilgisayarım vardı. Bir romana başlamıştım. Fortuna Sokağı’nda yaşayanların göçlerini anlatıyordum; durup da kök salmak gibi bir şansı olmayanların, gitmek ile varmak arasında bir tercih yapmak zorunda kalışlarını.
Ulaşmamız geceyi buldu. Kazancı Yokuşu’nun daracık kaldırımlarına çekip kamyoneti, gelen geçenin meraklı nazarları altında birer ikişer boşalttık eşyaları. Bittiğinde, gecenin üçüydü. Perperişan, Maltepe’ye döndü onlar; ben de ufacık salonu dolduran kolilerin, kutuların, çuvalların arasında yer açıp kendime, perdesiz pencereden sızan ölgün ama huzurlu ışığın altında oturdum kıpırtısız. Bir kadın iniyordu yokuştan. Eflatun bir bere vardı kafasında. Sesini alçaltma gereği duymadan, bildiği en üsturuplu küfürleri birbirine lehimleyerek savuruyordu durmadan. Camı kapadım. Doğru yerdeydim. Kadınların erkeklerden daha güzel küfrettiği şehirdeydim.
Uyudum.
Uyandım. Yerleştirdiğim eşyalar, tuttuğum ev, oturduğum yokuş, yaşadığım şehir sallanıyordu. Dışarıdan sızan ışık söndü. Karanlıkta, meydanda toplaştığımızda, radyodan gelen haberlerden depremin esas noktasını anlamaya çalışırken, tüm yokuş ahalisini beraber gördüm ilk defa. Sigara çekti karşıda oturan yaşlı dulun canı. Doğuştan zeytin lekeli, hayli kıllı bir kol, bir paket uzattı; bana da tuttu. Adamı tanıdığımı sandım bir an. Dikkatlice baktım yüzüne. Çıkartamadım.
Karanlıkta birbirine sokulmuş evlerden eşyalar çıkarıldı dışarı. Depremin Çınarcık’ı vurduğunu söyledi spiker. Hırıltıyla öksürdü arkamda birileri. Ciğerhıraş bir öksürüktü, astımlı birininki gibi. Hiç görmediğimiz halde nedense sarkık gıdıklı, ablak suratlı olarak tasavvur ettiğimiz bir adamın, uzaklardan yankılana yankılana güç bela süzülen, giderek cılızlaşarak en nihayetinde som ve sağır bir sessizlikte parçalanan öksürüğü gibi.
“Ne uğursuz seneymiş bu. Hadi gitsin be kardeşim. Gitsin de bir düze varalım” dedi içimizden biri. Ama hangimiz olduğuna dikkat etmedik hiçbirimiz.
"1999", Türkiye’nin Çıplak Tarihi, Okuyan Us Yayın, 2004, s. 330-333.