Seni ilk bir uçağın penceresinden gördüm şehir. Havadan baktım sana, ama sanki sendin bana tepeden bakan. Çocukluğumun geçtiği İspanyol şehirlerinin aksine damların vardı senin, üstelik kırmızı kiremitliydi, hoşuma gitti, masal şehri gibi. Gerçekliğinden değil, yakınlığından şüphe ettim, gözümün önündeyken bile öylesine uzaktı hallerin. Sokakların yılankavi, evlerin eciş bücüş, biraz da çirkinceydi, masal şehri olmayı reddeden bir yanın vardı besbelli. Onu da sevdim. Uçağın penceresi küçüktü, ben çocuktum, sen kocamandın şehir. Annem yanımda oturmuş memlekete geldik diye ağlıyordu usulca. Ben neye ağlayacağımı bilemeden kasılmış, o koltukta, sahi memleket neresi, ne geride bıraktığım ülke, ne varmak üzre olduğum, nasıl kapanacak bu içimdeki boşluk, yabancılık hissi, havada zihnim, göçebe geçmişim, İstanbul aşağıda, uçağın penceresinde bir resim, dokunmaya yok cesaretim…
Yurtdışından “yurda dönüş” yapan yolcular arasında, yurtdışından “yurda dönüş” yapan bir yolcu olarak ondört yaşımda gördüm ben İstanbul’u ilk kez. Havadan bakınca böyle, gördüğüm şeyin kocaman açılmış bir ağız olduğunu düşündüm. Acıkmış, susamış, hoyratça açılmış, dipsiz itaatsiz bir Mağara-Ağız, çektikçe çeken içine içine, derine, hep kendine. Kimseye söylemedim korkumdan. İnanmazlar diye değil, inanırlar diye çekindim. İstanbul’un bir Ağız-Şehir olduğunu sır gibi sakladım kendime.
Pencereye yapıştırıp yüzümü, sana baktım İstanbul. Nasıl olur da bir şehir böylesine hoyrat tezatlarla durur ayakta, hem bu kadar eski, hem geçmişine bu kadar düşman? Hem bu kadar çirkin, ama hem de böylesine nadide? Hem bu kadar kalabalık, hem de insanı böylesine yalnız bırakan bir şehir ne menem bir yerdir acaba? O gün o uçakta merak içime çöreklendi, sinsi, ufacık bir yılan gibi, zamanını bekleyen. “Döneceğim ben bu şehre”, dedim kendi kendime, döneceğim elbet.
Bir gün sana geri geleceğimi düşündüm. Göçebenin tezatıydın sen, bir ÖTE-YER bir gün muhakkak varmak istenilen. Bilmediğim, benim gibi sana sonradan ve uzaktan ve dışardan gelenleri nasıl da acıta acıta sevdiğin, hüznü kendine huy edindiğin idi. Onu da zamanla öğrendim. Sen öğrettin.
O günden tastamam on sene sonra ben, Madrid-Berlin-Köln-Amman-Strasbourg dolaşmış ve yeryüzünde İstanbul gibi bir şehir olmadığına kanaat getirmiş ama hiç İstanbul’da yaşamamış biri olarak, bu şehri çok okumuş, çok düşünmüş, çok araştırmış ama hiç mi hiç solumamış olarak nihayet geldim, hem de yerleşmek üzere olanca eşyam, olanca öfkem, olanca hüznüm ve sır sır perdelenmiş hikayelerim ile sana vardım. Pek çokları gibi senin rahminden doğmadım. Çocukluğum, geçmişim sende mühürlenmedi. Hiç anı getirmedim beraberimde gelirken bu şehre. Ya da öyle sandım. “Dışarlıklı” olarak geldim, “dışarlıklı” olduğumu bir kez dahi unutturmayacağını bilemedim.
Evimi taşıdığım gece hiç uyumadan nabzını dinledim pencerenin kenarında. Yeni bir apartmandasın, alt kat üst kat yan daire, herkes yabancı. Yeni bir semttesin, bakkal kasap çiçekçi, hepsi yabancı. Yeni bir şehirdesin, sokaklar denizler yollar yabancı. Gecenin bir vakti zil zurna sarhoş bir travesti indi Kazancı Yokuşu’nu küfrede küfrede cümle erkek taifesine. Söylendi, sızlandı, sonra bir deli kahkahasıdır tutturdu. Pencereyi açtım konuşmak için onunla, kafamı uzattım gecenin soğuğuna, sokak boş, sokak hiç bir zaman hiç kimsesi olmamışçasına boş. O gece anladım hiç kaçarı yok, bu şehir başka bir mayadan yoğrulmuş, zor ki ne zor, güzel ki nasıl güzel. O gece anladım ki ben bu şehre aşık olacağım, hiç kaçarı yok ben er ya da geç İstanbul’dan kaçacağım…
Adına şehir denilen hengamenin varlığından Kabil’in sorumlu olduğunu söyler efsane; hani şu insanlık tarihinde ilk kanı döken kardeş katilinin. Hem Tanrı hem toprak tarafından dışlanıp kovulduktan sonra Kabil, gidebildiği en uzak yere taşıyarak kötücül kalıbını, bulabildiği en siyah taşlarla inşa eder şehrini, yeryüzündeki ilk şehri. İçindeki şiddet ve geçmişindeki lanetten mümkün olduğunca uzaklaşabilmektir niyeti. Başaramaz. Ne var ki onun başaramadığını, inşa ettiği şehir başaracaktır zamanla. Gelecek yüzyıllar, köylerin ya da kasabaların, kırların ya da doğanın değil, şehir hayatının ve kültürünün zaferine tanık olacaktır. Hikâyeye sadık kalabilmek için belki de, o gün bugündür ayrılmaz bir parçasıdır kaçışlar ve kaçkınlar, şehir hayatının ve şehir insanlarının. İstanbul ise, belki de başka hiçbir şehrin olamadığı kadar farkındadır bu tuhaf bağın. Ne de olsa, İstanbul’a da ya bir şeylerden kaçarak varılır; ya da gün gelir, ondan kaçılır.
Dört sene boyunca her romanda seni yazdım İstanbul. Seni bir fon gibi değil, başlıbaşına başına bir karakter ve illa ki dişi olarak algıladım. Sokak isimlerini topladım adım adım, çöp yazılarını. İnsanlara yaşadıkları sokakların isimlerinin anlamını, her gün önünden geçtikleri evliyaların ismini sordum, bilemediler. Merak edip bakmamışlardı bile, Osmanlıca diye. Ben seni Osmanlıca kelimelerle yazdım İstanbul. İfşa edilirken dahi saklı kalabilesin diye...
Şimdi bir kez daha senden uzakta, New York’ta düşünmek sokaklarını, insanlarını, kelimelerini. İsmini anmamak değil yaptığım; ne de öyle bile bile kaçınmak seni başkalarıyla konuşmaktan. Tam tersine, rahatlıkla sıklıkla umarsızca anıyorum adını, kalabalıklar arasında. Yeter ki kendimi seni düşünürken yalnız, yalnızken seni düşünür bulmayayım. Ne zaman açılsa bahsin, o incecik sohbet aralığından içeri ben de uzatıyorum başımı, bakıyorum sana uzaktan. Uzaktan bile kocaman görünüyorsun, öylesine heyula, her türlü fizik kanununun ötesinde, uzaklaştıkça senden büyüyorsun önümde. Böylece Batılılar, Amerikalılar sorduklarında “nasıl bir şehir İstanbul?” diye, zorlanmadan başlayabiliyorum anlatmaya. İllâ ki soruyorlar. İllâ ki sorsunlar istiyorum. Seni hiç konuşmamanın yolunu, seni bol bol, avuç avuç, saça saça konuşmakta buldum. Sen söz konusu olduğunda hiçbir şey söylemeden çok şey söylemenin üsturuplu yollarına vakıfım. Sen söz konusu olduğunda hiçbir şey söylemek gelmiyor içimden. Bu yüzden ben, böyle seri, böyle teklemeden konuşabiliyorum senin hakkında Amerikalılarla. Senden İngilizce, senin dilin, benim dilim, bizim dilimiz olmayan bır dilde bahsedebilmenin verdiği özgürlüğe sığınıyorum. Geçici yabancı diller kadar âlâ bir paravan yoktur kalıcı yabancılıklarımıza. Hani şu bir türlü geçmeyenlere. Hani şu kendi evimizde olduğumuzda bile... Görülmesin diye içerisi, sıkı sıkı çekiyorum perdeleri. Perdelerin üzerine desen desen asıyorum seni tarif eden turistik akademik estetik kelimeleri. Ne fazla, ne eksik. Tastamam kaç kelimeyle anlatmam gerekiyorsa soran insanlara, o kadar kelime harcayarak.
Bir başka ülkeye, bir başka şehre, bir başka ben’e yolculuk etmek, oraya varınca da usul usul, sinsi sinsi ve kendi kendine dahi itiraf etmeden özlemek seni İstanbul. Sonra tam da alıştığını zannederken sensizliğe, dört yerinde yara yara kan kan çığlık çığlık bombalar patladığı haberi geldiğinde, paylaşamamak acını, ne oradakilerle ne buradakilerle. Ne senle olabilmek İstanbul, ne sensiz, ister hakikat ister hayal aleminde.
İstonbul, Sayı 12, Ocak-Mart 2004