Geride bıraktığımız ya da bırakabileceğimize inanmak istediğimiz bu savaş, Amerikan kamuoyu ile Irak halkı arasında apayrı biçimlerde tecrübe edilmiş olsa da, öyle bir husus var ki, o söz konusu olduğunda Irak halkı ile Amerikan halkının savaş tecrübeleri yüz seksen derece farklı oldu birbirinden. Öyle bir husus var ki, o söz konusu olduğunda, her iki taraf da taban tabana zıt iki sonuç çıkardı bu savaştan: Annelik. İlginçtir ki bu savaş, daha öncekilerin aksine, anneliğin kutsallaştırılması ideolojisini pekiştirmedi, Batı dünyasında. Tam tersine, Amerikan ve İngiliz kamuoyu ve medyası, her daim kadınlara atfedilen “cephedeki oğlunu, eşini bekleyen ana” imajını görece daha az yüceltip kutsadı bu sene daha evvelki savaşlarla kıyaslandığında. Ancak aynı durum Irak’ta tam tersine işledi. Bu savaş “kadın” dendi mi öncelikle “analık”ı anlayan ve kadınlara bu temel rol dışında ve ötesinde toplumsal konum yahut bireysel farklılık imkanı tanımayan eski; ama maalesef bir türlü eskimeyen zihniyeti pekiştirdi. Henüz genel sonuçlar çıkarmak için erken; ama halihazırda ironik olan nokta, Irak belki de “Iraklı kadınları kurtarma gayesi güden” bu savaş öncesinde çok daha ileri bir noktadaydı cinsiyet eşitliği açısından.
İngiltere’de yakın zamanda yayınlanan bir kamuoyu yoklaması, kadınların % 85’inin bu savaşın doğurabileceği sonuçlardan endişe duyduğunu gösterdi. Erkekler arasında aynı oran % 62–65 ile sınırlı kaldı. Tüm Avrupa’da kadınlar çok daha temkinli yaklaştılar bu savaşa. Hem militarist zihniyete hem de o zihniyet tarafından kendilerine biçilen “cephedeki evladı için dua eden fedakar anne rolüne”. Erkekler açısından eğitim temel bir kriter oldu, eğitim seviyesi yükseldikçe savaşa verilen destek azaldı. Oysa kadınlar açısından eğitim aynı ölçüde ayırt edici bir duvar olarak yükselmedi. Eğitim seviyesi daha düşük kadınlar da akademisyen kadınlar kadar uzak durabildiler savaş cığırtkanlığından, aynı sebeplerden ötürü olmasa bile. İngiltere’de geçen haftalarda yer alan “Aptal Savaşa Karşı Sarışınlar” eylemi hem militarist–ataerkil söylemin hem de onun ürettiği aptal sarışın mitinin esprili bir eleştirisiydi. Genel olarak bakıldığında denebilir ki Margaret Thatcher’in çığırtkan savaşçılığından ve oğullarını bekleyen ana Britanya metaforlarından çok daha farklı bir seyir izledi bu sefer İngiliz kadınları, hükümetlerinin aksine.
Kadınları anne olarak tasavvur etmeme eğilimi ABD’de de dikkat çekiciydi; ama bu sefer çok daha militarist ve milliyetçi tonlara bürünerek. Operasyonlar sırasında kurtarılan Amerikan askerlerinden biri, en popüleri genç bir kadın olunca Amerikan kamuoyu uzun süre kadınların savaş kahramanlıkları ile çalkalandı. Bu medya bombardımanı endişe verici boyutlarda olsa da, burada da daha önceki savaşların aksine bu sefer kadınlık=annelik eşitliğinin her zamankinden daha az, daha seyrek kurulması dikkat çekiciydi. Peki ya Irak? Irak’ta da benzer bir süreç doğurdu mu savaş?
Amerika’da önde gelen ve daha açık fikirli olmasıyla tanınmış ulusal radyo kanallarından birinde bir muhabir, yeni düzenin yeni politikacılarından Iraklı biriyle söyleşi yapıyor. Muhabir ısrarla Iraklı kadınları soruyor erkek siyasetçiye. O ısrarla “daha elzem, daha acil” meselelere çekiyor konuşmayı. En sonunda politikacı karşı tarafın endişelerini tamamen dindirme gereği duymuş olmalı ki sesini yükselterek gürlüyor kendinden emin: “Cinsiyette cinsiyet diyorsunuz ikide bir, Iraklı kadınların cinsiyet sorunu yoktur. Irak’ta kadınlar en üst düzeyde saygı görürler. Kadınlara saygımız sonsuz. Onlar bizim analarımız. Onlar çocuklarımızın anası, hiç kadına saygı göstermemek olur mu? Iraklı kadınların durumu Batılı kadından iyidir. Hiçbir endişeniz olmasın.”
Derin bir sessizlik. Amerikalı kadın muhabir toparlıyor kendini; ama ancak birkaç saniyelik sessizlikten sonra. Karşı taraf huzursuz olmalı ki sessizlikten perçinleme gereği duyuyor söylediklerini: “İslam’da kadının yeri büyüktür, anaların yeri cennettir.”
Bir an Türkiye’deyim sanki. Iraklı, Suriyeli, Ürdünlü ya da Türk çok farklı ülkelerden gelen; ama benzer muhafazakarlıkta erkek siyasetçiler neden ve nasıl olup da döne döne temcit pilavı gibi aynı söylemi dile getirirler? Kaş yapayım derken göz çıkardıklarını bilmeden. İyi bir şeyler söylediklerini zannedip takdir beklerken kendilerinden ve doğrularından gayet emin.
Muhabir yetişiyor: “Anlıyorum; ama peki Irak’ta kadınların söz hakkı ve faaliyet alanları ne olacak bu yeni siyasi ve kültürel düzende?”
Cevap: “Kızlarımız çocuklarını en iyi şekilde yetiştirebilsinler diye en iyi eğitimi alacaklardır, tıpkı oğlan çocuklar gibi. Hiçbir ayırım gütmeden.”
İki ayrı dil var radyoda, birbirinin dilini anlamayan. Iraklı politikacı kadın muhabire bir türlü yaranamamanın üzüntüsü içinde Iraklı kadınların ne kadar iyi ana olacağını anlata dursun, radyoyu dinleyen binlerce insanın İslam ve Ortadoğu ile ilgili önyargılarını pekiştirmekten başka bir işe yaramıyor konuşması. Muhabir birey olarak kadının yerini soruyor, öteki ataerkil kodlar içinde ve bu kodlar üzerinden kadını tanımlayarak yüceltirken batırıyor, iyi bir şey yaptığını zannederken karşı tarafın önyargılarını güçlendirmekten öteye gidemiyor.
Türkiye’den de gayet aşina olduğumuz bu tablo bir kez daha gösteriyor ki Ortadoğulu erkek ve kadın siyasetçiler ve aktivistler, savunmaktan düşünmeye fırsat bulabilseler belki de değişecek bu diyalog. Ama işte her şey, kendini savunmaya, aklamaya, ispatlamaya yönelik Batı’nın eleştirileri karşısında. Ötekinin gözünden makyaj tazeleyebilmek için çırpınırken, kendine eleştirel bir gözle bakmaktan aciz bir kültürel yapılanma. Ve en düşündürücü kısmı meselenin iki tarafın dilleri arasındaki uçurum. Batılı kadın muhabir üst üste yeni sorularla hoşnutsuzluğunu ifade ederken, sırf onun hoşuna gidecek cevapları verme peşindeki Ortadoğulu erkek siyasetçi nerede “kusur ettiğini” anlayamıyor bile. Acıklı olan, bu dil kopukluğu.
01.06.2003