. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>



Yazılar
Şeftali, Sütlü Çay ve Gâvur Gelinler

İspanya da çocukken tanışmıştım onunla. Sevgili, sivri dilli Mari-Carmen. Yetmiş küsur yaşlarında olmalıydı; saçlarını boyamaz, dudaklarını boyardı. Benim ülkemde onun yaşıtı anneanneler-haminneler değil makyaj yapmak, katiyen kadın gibi davranmaz, kadın gibi algılanmazlardı. Ama o ne cinselliğini öldürmüştü ne de cinsiyetini. Dik kafalı, her zaman şık ve bakımlı, biraz da fettandı. "Nina[1], senin ülkeni gördüm" demişti ilk iş bana. "Gezdim ben senin ülkeni."

 

"Sahi mi, nerelere gittin? Ne zaman?" diye atıldığımı hatırlıyorum.

 

Yurtdışında yaşayan her Türk gibi ben de içten içe milli kimliğimle onaylanmaya, en azından memleketim hakkında iyi şeyler işitmeye ihtiyaç duyuyor olmalıydım o yaşlarda. Öyle ya, gittiğim okuldaki tek Türk bendim ve hemen her milletten çocuklar barındıran sınıflarda bir "milletler hiyerarşisi" olduğunu erken yaşta keşfetmiştim. Mesela Fransız olmak son derece popüler, İngiliz olmak ise "itibarlı"ydı. Ama en iyisi Hollandalı olmaktı. Zira Hollandalılar hakkında kimse tek kelime kötü söz söylemiyordu. Usta terzi elinden çıkma, tiril tiril kıyafetler giymek gibiydi Hollandalı olmak, ne bir leke ne bir kırışık. Gören tebessüm ediyordu nezaketle.

 

Türk olmaya gelince, o biraz farklıydı. Doğrusu, epey farklıydı. Türk olmak leblebi desenli, ipliği kaçmış, el örgüsü bir elbise giymek gibiydi benim için o günlerde. Karşılaştığım insanlar, durup durup pat diye ipliği çektikçe sökülüyor, elimde dağılıyordu elbise. Ne de olsa daha yakınlarda bir Türk terörist Papa ya suikast düzenlemişti. İspanya Katolik bir ülkeydi, "cazeba turca"[2] diye bir tabir vardı hiç de iyi bir anlama gelmiyordu ve ben on iki yaşında bir Türk çocuğu olarak "Papamızı nasıl öldürmeye kalkarsınız?" sorusuyla hâlâ günbegün karşılaşmaktaydım. Her türlü uluslararası yarışmayı, spor müsabakasını filan umutla takip ediyor; Eurovision Şarkı Yarışmalarından ne zaman hüsranla ve sıfır puanla ayrılsak, azap çekiyordum.

 

O sene "Opera" isimli şarkıyla yarışmaya katılmış ve İspanya yla beraber sonuncu gelmiştik. İspanyol televizyonunun geveze spikeri abartılı bir iç geçirmeyle şöyle noktalamıştı programı: "Yanarım yanarım, sıfır puan aldığımıza değil de Türkiye yle aynı kefeye konduğumuza yanarım!.." Bu meşum hadiseden yaklaşık on gün sonra apartmanımızın alkolik kapıcısını kim bilir gene neye içerleyip içmiş, zil zurna sarhoş vaziyette bulmuştum girişteki masasında. Beni görünce suratında yayvan bir tebessümle selam verip, tebaasını selamlayan Sezar gibi elini kaldırarak buyurmuştu gür sesiyle: "Los Turcos son barbaros! Los barbaros son buenos!"[3]

 

Ulusal kimlikleri kıyafetlere benzetiyordum o dönemlerde, üzerimize giydirilmiş kumaş yığınları. o kumaşların altında nasıl aynı nasıl da birdik, ama işte kabil değildi kıyafetleri çıkarmak ya da değiş tokuş etmek. Milletler hiyerarşisinin kademeleri vardı, basamak basamak ve ta en alt kademelerde bir yerlerde Türk olmak vardı. Ve ben bu yüzden işte, biraz da çekinerek sormuştum Mari-Carmen e: "Sahi mi, ne zaman gittin Türkiye ye?.. Peki sevdin mi?"

 

"Ooo, sevmemek ne mümkün! Hem de pek çok defa gittim geldim Türkiye ye." Kırık, solgun bir tebessüm. Nerden bilebilirdim kalbini bir Türk e verip, sonra da yara bere içinde geri aldığını, ama gene de hâlâ bunca yıl sonra bile o adamı sevmeye devam ettiğini. Benimle bunları paylaşmadı elbet, hikayesini sonradan başkalarından öğrenecektim. O daha başka şeyler anlattı o gün bana, belki konuşma ihtiyacından, belki de benim konuşulmaya olan ihtiyacımı anladığından...

 

"Senin memleketinde insanların gözlerinin içi gülüyor, nina. Bir seferinde bir yerden bir yere gidiyoruz, ben de şeftali aldım yol kenarından; param çıkmadı mı ne oldu hatırlamıyorum, satıcı galiba fakirim sandı, elin gariban turisti! Tuttu bana üç tane şeftali verdi bedava, yıkayıp yıkayıp bir uzatışı vardı ki... al al yolda acıkırsın, al sonra yersin diye... senin memleketin böyle güzel bir memleket işte!"

 

Şaşkın gülümsedim, gözüm elbisemdeki sökük ipte. Acaba görmedi mi Mari-Carmen, acaba o başka bir elbise mi gördü üzerimde! Aklımdan geçenleri okumuşçasına yaklaştırdı yüzünü; kırışmış dudaklarının üzerindeki çingenepembesi ruja takıldı gözüm. Nefesi sigara ve şarap kokuyordu.

 

"Las mujeres turcas son muy bellas, no lo olvides!"[4]

 

Gayriihtiyari gülümsediğimi hatırlıyorum. Buluğ çağına geçen şaşkın bir kız çocuğunun yaşayacağı tedirginlikleri gayet iyi bildiğinden mi öyle konuştu o gün Mari-Carmen, yoksa hakikaten böyle mi düşünüyordu, ne fark eder? Aslolan şu: o başkalarının görmediği bilmediği bir Türkiye biliyordu. Kulaktan dolma önyargılarla değil, kendi gönül gözünün gördükleriyle değerlendiriyordu Türkiye yi. Tüm önyargılardan sıyrılmış bir şekilde, kâh iyisiyle kâh kötüsüyle, ama genellemeler yapmadan okuyordu bir memleketi. Tek kriteri vardı: insan. Ne dinsel ne ulusal ne dilsel farklılıklar. Aslolan insandı ona göre. O kadar. Mari-Carmen 1970 li yıllarda Türkiye de yabancı bir kadın olarak dolaşmış ve yaşamıştı. Onun gözü diğerlerininkinden, kuramsal genellemeler yapan ama mikro olanı ve insanı okumayı unutan nice diplomatların ya da uluslararası uzmanlarınkinden ne kadar farklı nasıl da sahiciydi...

 

Oysa Mari-Carmen lerin sesini hiç duymadık şimdiye kadar. Hep onların adına başkaları konuştu, başkaları yakıştırmalar yaptı.

 

Türk televizyonlarının tutulan dizilerinden kırık aksanlı "yabancı gelin" tiplemelerine rastlarız. Türk yemeklerini pişirmeyi öğrenirken ya da tepside Türk kahvesi ikram ederken hanım hanımcık "terbiye edilmiş" hallerde görürüz onları. Ya o ya da tam tersi. Bu sefer de gazetelerde rastlarız, "Türkiye"yi dolaşan Batılı kadınlara. Hemen hemen her zaman cinsellikleriyle resmedilir ve yansıtılırlar. Kocaman resimlerin altına uyduruk birkaç yazı. Aslolan resimdir nasıl olsa. "Alman kızı filanca Türk erkeklerini öve öve göklere çıkardı" ya da "Amerikalı falanca Türkiye ye gene gelmeye yemin etti..." Güler geçeriz boyalı basında yansıtılanlara, gülüp de geçmeyenler olduğunu bile bile...

 

Nasıl bir şeydir Türkiye de yabancı kadın olmak? Yani hem yabancı hem kadın olmak bu memlekette, sahi nasıl bir şeydir?

 

Mesela Rusya dan, Ukrayna dan, Moldova dan gelmek buralara nasıl bir duygudur? İsmi Nataşa olan bir Rus kadın olmak nasıl bir şeydir İstanbul da ya da Trabzon da? Adım atabilir misin sokaklara? Tanıtabilir misin kendini müstehzi ifadelere maruz kalmadan?

 

Türkiye de "yabancı kadın", bilhassa "yabancı gelin" olmak ne demek?

 

Amerika da, Avrupa da ya da Ortadoğu da bir Türk kadını olmak nasıl bir şey biliyorum. Ama Türkiye de "yabancı bir kadın" olmak nasıl bir şey acaba? Anne ve eş ve elti ve arkadaş ve komşu ve gelin olmak bu topraklarda...

 

***

 

Amerika’daki en yakın dostlarımdan biri Türkçe uzmanı bir dilbilimci. İflah olmaz bir Türkiye âşığı, bohem ve gay. Her sene muhakkak üç dört ayını Anadolu’da bir köyde geçiriyor. Öyle ki kadınların hangi kelimeleri nasıl da farklı vurguladığından tutun, ıÜüşehirli Türkçesi ile köylü Türkçesi arasındaki farklılıklara kadar nice dilsel-kültürel ayrıntıya tamamen vakıf. Türk kültürünün yabancıların karşısına çıkardığı olası ve hakiki tabuları konuşuyorduk bir seferinde. Gülerek şöyle dedi bana: “Biliyor musun, şimdiye değin Türkiye’de yanında kaldığım aileler ya da tanıştığım insanlar, eşcinsel olmamı bile ‘anlayışla karşıladılar’ da, bir tek özelliğimi affedemediler gitti: çayı sütle karıştırıp içmemi!”

 

Ardından ekledi muzipçe. ‘Ama en çok neyini seviyorum ben bu toplumun biliyor musun? Çayı sütlü içmenin vahim bir saçmalık olduğunu düşünmelerine rağmen, mademki bu salak kul da böyle bir huy edinmiş deyip, her seferinde de bana özel minnacık kapta süt koymayı da ihmal etmiyorlar tepsiye. Kimileri kıtlama içer, kimileri limonlu, kimileri sütle işte.... ben bu esnekliğini seviyorum Türkiye’deki insanların...’

 

Çayını sütsüz içen bir toplum Türk toplumu, alıştığı üzre yaşayan. Ama aynı zamanda yabancılar için tepsiye bir bardak süt koymayı da ihmal etmeyen, söylene söylene ya da yadırgaya yadırgaya da olsa... Gündelik hayatın siyasetinde düğümlenir en temel kültürel önyargılar ve tabular. Gündelik hayattır sorgulaması değiştirmesi en zor olan... Acaba ne kadar açığız gündelik hayatta üsluplarımızı ve alışkanlıklarımızı esnetmeye, çayını bizim gibi içmeyeni aramıza almaya? Ne kadar hazırız yabancıya? Şu dünyada bir şeyler öğreneceksek eğer, bize benzemeyenden öğreneceğiz. Yabancıdan öğreneceğiz. Tıpatıp bizimle aynı olandan öğrenecek bir şeyimiz yok. Yabancıdır bize yeni ufuklar açacak olan. Ancak onun aynasında görebiliriz kendimizi, sûretimizin neye benzediğini...

 

Bu kitapta farklı kültürlerden, farklı farklı çay içme geleneklerinden gelen kadınların hikayelerini bulacaksınız. takip eden sayfalardaki derlemeler bizlere hep burnumuzun ucunda duran ama bilmediğimiz, sezinlemediğimiz pencereleri aralayacak. "İçerlikli yabancı"ların gözünden kaleme alınmış bu yazılar. hem yabancı sayılamayacak kadar yakın ve buralılar, hem de her zaman "dışarıdan ve dışarlıklı"lar. kenardalar. araftalar. iç ve dış arasındalar. bir toplumu okumak, bir kültürü anlamak için en can alıcı yerde durmakta, dolaşmakta, durmaksızın dans etmekteler...

 

 

[1] Kız çocuğu

[2] Türk kafası

[3] Türkler barbardır! Barbarlar iyidir!

[4] Türk kadınları çok güzel olur, unutma!

 

 

 

 

 

“Şeftali, Sütlü Çay ve Gâvur Gelinler”, Türkçe Sevmek Kitabının Önsözü, Doğan Kitap, Ekim 2005, İstanbul.

 

 

İzlenme : 4605
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us