New York’ta düzenlenen PEN Dünya Yazarlar Kongresi’nden hemen sonraydı. Kongrede konuşmamı dinleyip, hayli beğendiğini söyleyen ve büyük Amerikan basını için yazan bir kadın gazeteci benimle tanışmak istedi. Randevulaştık, buluştuk. Edebiyattan, edebiyat tarihinden açıldı söz. Dallandıkça dallandı. Aynı yazarları benzer sebeplerden ötürü sevdiğimizi, aynı tarihsel dönemlere benzer bir ilgi gösterdiğimizi fark ettik keyifli bir merakla. Sohbet koyulaştıkça siyasetten mizaha, ataerkillikten medyaya kadar nice konuda fikir uyumumuz olduğu ortaya çıktı. Sohbetimiz böyle keyifle sürmekteydi ki, gazeteci aniden durdu, bir sır verircesine sesini alçaltıp öne doğru eğildi: “Peki sizce ne yapmalı bu Müslüman kadınları derin uykularından uyandırmak için?”
Soruyu anlamadığımı belli eden bir ifadeyle bakmış olmalıyım ki, tekrar etme gereği duydu: “Nasıl yaklaşmalı sizce, ürkütmeden aydınlatmak mümkün mü?”
Ürkütmeden aydınlatmak… beynimde yankılandı bu iki kelime. Ne kadar da tanıdık bu zihniyet… Ürkütmeden aydınlatmak…
Amerika’da halihazırda son derece yaygın bir şekilde dolaşımda olan “ürkütmeden aydınlatılması gereken Doğu/İslam” anlayışı yeni bir kanı değil aslında. Bu anlamda, 11 Eylül her ne kadar önemli bir dönüm noktası teşkil etse de, bir milat sayılmaz. 11 Eylül sonrası düzen, zaten mevcut olan köklü kültürel önyargıların berraklaşmasını, görünürlük kazanmasını sağladı. Bu tür önyargılar, alabildiğine kutuplaşmış ve gerginleşmiş bir siyasi-kültürel ortamda daha rahat yeşerdi, alıcı buldu. Bugün Amerikan muhafazakar basının “öteki”si, daima statik olarak kurgulanan, baskılar, despotizm ve tahakküm diyarı olarak algılanan hayali bir Dar-ül İslam’dır. Bu kurguda Doğu kendi kendini dönüştürecek dinamiklerden yoksun olduğu için dışardan müdahaleye muhtaçtır. İçeriden dönüşemeyeceği kanısı dışarıdan müdahalenin yolunu açar.
Ne var ki, iki nokta bilhassa önemli. Birincisi, Amerikan basını da, sivil toplumu da son derece çeşitli ve çelişkili seslerin toplamından oluşuyor. Dolayısıyla onu da tek bir sese indirgememek gerek. Amerika’daki İslam-fobisinden rahatsız olan son derece eleştirel bir karşıt kültürün olduğunu da hatırda tutmak lazım. Tek bir Amerika yok. Birbirleriyle kapışan Amerikalar var.
İkincisi Amerikan muhafazakar basınının ötekileştirme süreci, iki yönlü işleyen bir yol. Benzer bir söylem, Ortadoğu’da da üretiliyor. Buradaki muhafazakar-dışlayıcı söylem de tüm Batı dünyasını genelleyip tek-renklileştirmekte, ötekileştirmekte. Medeniyetler çatışmasına inananlar ve bunu bir an evvel hayata geçirmek isteyenler her ülkede mevcut.
Amerika’dan Ortadoğu’ya Ortadoğu’dan Amerika’ya işleyen bu iki yönlü ötekileştirme sürecinde “kadın” teması önemli bir yer tutuyor. Her iki tarafta da statükocu yaklaşım kadınları kullanarak kendi söylemini perçinliyor. Amerika’daki statükocular “şükret!” diyorlar Amerikan kadınlarına. “Ya Ortadoğu’da doğmuş olsaydın? O zaman sürekli ezilecek, mutsuz olacaktın.” Böylelikle Amerikan kadınları o hiç görmedikleri, bilmedikleri, hakkında sadece olumsuz şeyler duydukları Müslüman kadınlar için üzülüp, onlardan biri olmadıkları için şükrediyorlar hallerine. Öte yandan Ortadoğu’daki statükocu söylem de kendi kadınlarına sesleniyor. “Şükret!” diyor onlara. “Ya Batı’da doğmuş olsaydın, o zaman sürekli cinsel bir obje olarak görülecek, mutsuz olacaktın.” Böylelikle nice Müslüman kadın, o hiç görmedikleri bilmedikleri ama hakkında hep olumsuz şeyler işittikleri Amerikalı kadınlara üzülüp, onlardan biri olmadıkları için şükretmekteler. Sonuçta her iki tarafta da kazanan statükodur, kutuplaşmış düzendir, korku politikalarıdır.
Bu karşılıklı ötekileştirme politikasını kırmak için her ülkenin aydınlarının daha bilinçli davranmaları ve her şeyden evvel hepimizin dünya vatandaşı olduğumuzu hatırlatmaları gerekmektedir. Bugün dünyada bir medeniyetler çatışması yok. Ama her ülkenin kendi içinde bir fikirler çatışması var. Bu çatışma “korku politikaları”nı üretip kutuplaşmış dünya isteyenler ile kozmopolit, ötekine açık sesler arasında zuhur ediyor. Böyle bakınca Amerika da bu çatışmaya sahne, Hollanda da, Avusturya da, Türkiye de.
Eğer kutuplaşmış dünyadan yana olan sesler kazanırsa, bu yüzyıl daha nice düşmanlığa, genellemeye, ötekileştirmeye tanık olacak demektir. Ve her iki tarafta da kimi kadınlar, ötekinin kadınlarına uzaktan acımayı sürdürecekler.
Diyalog Avrasya, Sayı 21, Yaz 2006