Şehir, efsanelere inanmayan insanların içinde yaşadığı efsanevi diyar. Habil ile Kabil’den bu yana, efsanelerden sürülen kim varsa şehirde almış soluğu, orada başka başka efsaneleri solumak üzere. Şehir tekinsiz, şehir ürkütücü, şehir yaratıcı çünkü ‘haddini bilmeyen’ bir yanı var, nerede duracağını kestiremeyen, kestirmek de istemeyen. Gece vakti kendi dillerinde uluya uluya havlaya havlaya haberleşmesi gibi hayvanların o kendilerine has dillerinde, şehirler de haberleşiyor kendi aralarında insanlar farkında olmadan, insanlar duymadan. Bu yüzden işte bu yüzden, herhangi bir şehirde üretilen bir efsane bir de bakmışsınız ki aynı gün çıkıvermiş ortaya dünya üzerindeki bir başka şehirde. Ne ulusal sınırlar, ne dinsel, ırksal, etnik ayrımlar. Aynı hikaye döne dolaşa karşınıza çıkıvermiş Roma’da, St. Petersburg’da, New York’ta. İstanbul depreminden sonra hepimizin duyduğu, inandığı, inanmadan anlattığı şehir efsanelerinden çoğunu bize özgü sandık o zaman. Oysa duyduklarımızın önemli bir bölümü San Francisco depreminden sonra Amerika’da deveran edenlerle aynıydı. Değişen sadece mekanların isimleri. Hikayeler ve hikayelerin ardındaki inanma ihtiyacı baki. Ve tabii hikayeleri gerçek ile karıştırma, o karışımdan kendimizi inandıracak yeni yeni gerçekler yaratma eğilimimiz de.
Ölmeyen şehir âdetlerinden biri de taksi şoförlerine kadri bilinmemiş bilge muamelesi yapmak. Alabildiğine soyut bir kabullenme bu, içimize sinmiş, ama ne zaman nasıl ve sahi neden, bulması o kadar kolay değil. Taksi şoförlerinin her çeşit insan görmüş, bu sayede de neredeyse ermiş şahsiyetler olduğunu zannetmeyi seviyoruz İstanbul’da. Aynı eğilim New York’ta da geçerliliğini koruyor olmalı ki, son zamanlarda New York basınında çıkan haberler arasında, şehrin çeşitli yerlerinden seçilmiş taksi şoförleriyle yapılan röportajlar önemli bir yer tutuyor. Bu röportajlardan birinde bir şoförün feryadı ilgi çekiciydi: “Arabama her binen hemen başlıyor sorular sormaya. Her konuda fikrimi öğrenmek istiyorlar. Konuşmak zorunda mıyım? Her konuda fikrim olmak zorunda mı? Bilmiyorum dersem zannediyorlar ki biliyorum da söylemek istemiyorum. Konuşunca da arkalarına yaslanıp dinliyorlar konuşmadan. Konuşmayacaksan niye soruyorsun, soruyorsan niye konuşmuyorsun? Yok illa ki beni konuşturacaklar.”
Bu tek ayaklı diyalog ister New York’ta geçsin ister İstanbul’da, her ikisinde de müşterinin gözünden bakıldığında eksik olan şey, taksi şoförünün bireyselliği. Tek kişilik bir kolektivite o gözümüzde. Bir sınıfın, bir kesimin, bir inanışın ama illa ki kendinden büyük, kendinden aşkın bir şeylerin temsilcisi. Onun üzerinden, onun anlattıkları aracılığıyla o daha büyük resme dair biz de daha fazla aydınlanmış olacağız zannımızca. Adeta baştan varsayılan, ama asla söze dökülemeyen bir epistemolojik kopma var ortada. Sanki dışarıda bir yerde, varlığı bilinmekle birlikte gene de bir muamma olarak kalan, yanına yaklaşsak dahi gene de dokunamadığımız bir başka gerçeklik var. Kimilerine göre halkın gerçekliği bunun ismi. Taksi şoförü o gerçekliğe açılan kapı o anda. Onun açtığı aralıktan uzatıp başımızı görebileceğiz içerisini, tutabileceğiz halkın nabzını. Üstelik sadece nabzı atan bir kesik kol değil taksi şoförü gözümüzde, aynı zamanda bir insan sarrafı. Bu kadar çok, bu kadar çeşitli insanla karşılaştığına göre herhalde ‘insan sarrafı’ olmalı şimdiye.
Penbefirusan’dan çıktığında Mevlana, ‘ey dünyanın sarrafı gör beni’ dedi Şems ona. Binler içinde beni, bir tek kişiyi gör. Beni bir başkası olarak değil, kendinin bir uzantısı olarak gör. Benden duyduğun sözleri bir yabancının ağzından dökülürcesine değil, kendi içindeki seslerin yankısı gibi duy. Tez zamanda, çok sayıda insanı görmek mi bizi insanlık hallerine dair daha da derin düşünmeye iten? Ve sahi görmek, acaba hep dışarıya bakmak mı demek, hep dışımıza? Gözlem yapmak başkalarını incelemeye almak mı demek illa ki, dışa dönük ve bir amaca yönelik mutlaka? Ve işte her yazara döne dolaşa temcit pilavı gibi sorulan o soru: “Romanlarınızda bütün bunları tespit edebildiğinize göre insanları çok gözlemliyor olmalısınız?” Popüler tahayyülde yazar gözlem gücü çok yüksek olan, başkalarının açıklarını, eksiklerini şıp diye okuyan biri demek. Peki gözlem yapmak için, bir pencere önünde oturup da gelenin geçenin özelliklerine dikkat edercesine hep başkalarının üzerine yoğunlaşmak mı gerek?
Gördüğüm ne varsa dışımda, benim içimde de mevcut şu veya bu şekilde, belki başka başka hallerde. Dışarıdan içe ve içten tekrar dışarıda kalana, yabancıdan bana ve benden de yabancıya uzanan yolları bilmeden, yani eleştirdiğim her şeyin dışında değil içinde olduğumu çözemeden nasıl mümkün görmek, nasıl mümkün sistemi dönüştürmek?
06.07.2003