İster kısa süreliğine olsun ister uzun süreliğine, Türk burjuvazisi yurtdışına çıkar çıkmaz evvelden alışkın olmadığı, bu yüzden de ne yaparsa yapsın üzerinde iğreti duran kisvelere bürünme gereği duyuyor, Batılıların karşısında zevahiri kurtarmak adına. Özgüveni bu kadar sallantılı olanlara bilhassa, illa ki bir kimlik gerek tutunacak. Kimlik demek ulusal lügatimizde “imaj” demek muhakkak. İmaj ise mealen “Batılıların gözündeki suretin”. Böylelikle bir de bakmışsın ki, yurtiçindeyken tasavvuf ile zerrece ilgisi alakası olmayanlar, yurtdışına adım atar atmaz birer Mevlana aşığı kesilmiş durumdalar. Evlerinde pırıl pırıl kitaplar; ama okunmak üzere değil resimleri için bilhassa, maksat hazır bulunsun renkli görsel malzeme; raflarında biblo semazenler, CD çalarlarında özenle seçilmiş “mistik müzik” örnekleri. Kimlik bozgununa uğrayanlara birebir bu göstermelik Mevlevilik. Üzerlerinde fiyakalı duruyor.
Çokuluslu imparatorluktan ulusdevlet inşasına hızlandırılmış kurlardan geçmeye kalkıp da bu uğurda kültürel geçmişinin ruhuna fatiha okuyan Türkiye burjuvazisinin nazarında her türlü kültürel birikimin taşınabilir, anında tüketilebilir ve dahi kolaylıkla pazarlanabilir ebatlarda olması lazım. Yaklaşımı böyle olanlar için tasavvufun kıyılarına yanaşmak da zorlaşıyor elbet. Tasavvuf derya deniz. Zahmet ister. Cehaletini görmek ister. Bunca uğraşa, böylesi bir emeğe vakti yok kimsenin. Öyleyse kolayı var. Tasavvufu Mevleviliğe, Mevleviliği Mevlana’ya, Mevlana’yı da sema gösterilerine indirgersin olur biter. Kapsül boyutunda, macun kıvamında. Gereksindikçe atıver ağzına. Batılıların karşısında kimliğini parlatmak mı istiyorsun ya da iki gösteri arasındaki on beş dakikalık boşluğu kapatmayı, atıver birkaç kapsül daha.
Semanın olanca bütünlüğünden kopartılarak başlı başına bir gösteri olarak algılanmasına, bu gösterinin de memleketin tanıtımı gibi “ulvi” bir değer uğruna yapılmasına yurtdışında alışmıştık artık. Türkiye’den gelen haberlere bakılırsa, durum yurtiçinde de pek farklı değil şimdilerde. Ama mesele, kopardığı tüm yaygaraya rağmen, Mezdeke’den önce “Mevlana gösterisi” yapabilen zihniyet değil aslında. Tasavvuf felsefesi ve tasavvuf tarihi ile ilgisi ilişkisi baltalanmış art arda dört kuşak var Türkiye’de. O kuşaklar içinde, Türkçe dendi mi 200 kelimeden ibaret bir garabeti konuşanlar da var; sırf onlara tepki olsun diye salt Osmanlıca kelimeler ile konuşmaya çalışanlar da. O kuşaklar içinde tasavvuf hakkındaki tek bilgisi lise kitaplarındaki vahim satırlar olanlar da var; tasavvufu kendi mülkiyeti, arazisi olarak algılayanlar da. Yakın tarihimiz boyunca adım adım bizlerle geldi bu gaflet, geriye doğru satır satır sildik muazzam bir birikimi. Şimdi bize kalan hazin bir çoraklık sadece. Ve önyargılar, en çok da onlar, sürüsüne bereket. Zor olan bunları deşmek Türkiye’de.
Türkiye’de sol entelijansiya tasavvuf cahilidir. Bilmediği gibi, bilgisizliğiyle de yüzleşemez. Tasavvuf dendi mi, bildiği, konuştuğu belli başlı klişelerdir yalnızca. Bunların ötesinde ne merakı vardır, ne de bilgi birikimi.
Türkiye’de sağ kesim tasavvuf anlayışı sansürcüsüdür
Türkiye’de sağ kesim tasavvuf sansürcüsüdür. Sadece kendi görmek istedikleri yorumları çekip çıkarıp İslam ve tasavvuf tarihinden, işlerine gelmeyen her türlü oluşumu ve yorumu en iyi ihtimalle “dışarıdan”, ekseriya “zındık” addederler.
Tasavvuf, solun olanca ilgisizliğine sağın tüm sansürlerine rağmen, yekpare ya da durağan olmadı hiçbir zaman. Kapılar var kapılar içre ve yorumlar var birbiriyle çelişen; ama bir o kadar iç içe. Hâlâ geç değil; hâlâ çıkartabiliriz o patikaların haritalarını kayıp ayak izlerinde dervişan taifesinin, bugünden geriye adım adım yürüdükçe. Bunları konuşmaya cesaretimiz var mı?
“Ne kadar yürek varsa Allah için çarpan, o kadar çok yol vardır O’na uzanan.” diyebilecek kadar muazzam ve karmaşık bir tarihi hangi yoruma, hangi soyağacına, hangi tarikata, ne denli önemli olurlarsa olsunlar gene de hangi isimlere, hangi tekellere indirgeyebilirsiniz?
Bugün bizlere kalan bu çorak arazide, bir yanda tasavvuf ile hiç alakası olmayan eğitimli cahiller, beri yanda tasavvufu salt kendi okumalarından ibaret sanan sansürcüler. Birinci gruptakiler gafletten mustarip, bir de tevazu eksikliğinden. İkinci gruptakiler ise iktidar açlığından mustarip, bir de tahakkümperverlikten.
Tasavvuf dendi mi salt bir oluşumun, tarikatın ya da tarikat büyüğünün ismini anlayanlar, tasavvuf tarihini daraltmaktalar. Sadece kendi suretini görmek isteyen, bu niyetle her yere ayna döşeyen birer narsistten farksızlar.
Üçüncü bir yol gerek bize bu açmazdan sıyrılabilmek için. Hem ilgisinde samimi, samimiyetinde sebatkar olan, hem de kendi yolu dışındakilerin varlığını tanıyabilen bir yaklaşım. O zaman fark etmez, dindar da olabilirsiniz agnostik de. Gene de temas edebilirsiniz tasavvuf ile aynı som samimiyetle. Ancak o zaman hakkını verebiliriz bu birikimin. Osmanlı’da yüzyılına ve mekanına göre mesela, aynı insanın birden fazla tarikata üye olabildiğini, hem de bugünkü havsalamızda yan yana dahi getiremediğimiz aidiyetleri birden taşıyabildiğini görür ve şaşırmayız belki. Bugünkü pek çok önyargımızın içinde yaşadığımız döneme has olduğunu anlar, kimler bizdendir kimler bizden değildir ayrımları yapmaya kalkmadan önce tevazuyu öğreniriz belki.
Ve her şey gibi tasavvuf tarihinin de bağrındaki iktidar ve post kavgalarını kavrar, onu da romantikleştirmekten uzak dururuz.
Üçüncü bir yol çizebilirsek şayet, ancak o zaman bu kültürel birikimi satır satır silinmekten kurtarabileceğiz. Yoksa sema gösterisini Mezdeke’den önce yapacak kadar gündelik yaşamın içine mi sokmuş efendiler yoksa tam tersine gündelik yaşamdan alabildiğine soyutlayarak yalıtmayı mı seçmişler, hiç fark etmez. Her iki durumda da köksüz temelsiz sallanıyor çürük bir diş gibi tasavvufla bağımız.
20.07.2003