Entelektüel yaşamın hayli dinamik olduğu bir Amerikan kampusunun tam ortasındaki bu kafe aynı zamanda akademisyenlerin de uğrak yeri. Kafeyi işletenler, Brezilyalı ya da Afrikalı yoksul kahve üreticilerinin daha az sömürülmesini, kapitalist aracıların ve tekellerin daha az kâr yapmasını amaçlayan “fair trade” sisteminden yana çıkacak kadar bilinçli ve dünya ile alakadar insanlar. Her gün belli bir üründe indirim yapıyorlar. Cumaları ise “soru sor, bilgimi ölç!” günü. O gün boyunca, her biri üniversite öğrencisi olan garsonlara, hatta işletmecilere istediğiniz bilgi sorusunu sormakta serbestsiniz. Bilemezlerse, kahvenizi indirimli içiyorsunuz. Tahmin edileceği üzere, müşteriler genellikle zor sorular sorma peşinde. Ama sipariş verme sıram gelince ben makul bir soru sormayı yeğliyorum kasanın ardındaki genç kıza:
–”Bana Ortadoğu’dan çıkmış, kitaplarını da okumuş olduğun 3 yazar ya da şair ismi söyle.”
Yüzüme bakıp, mahcup gülümsüyor. Yanında çalışan arkadaşı geliyor yardıma. Uzun uzun düşünüp epey gayret gösterse de, ondan da bir cevap gelmiyor en nihayetinde. Derken daha kıdemli öğrenci/garson yaklaşıyor yanımıza. “Hayyam” diyor gözleri parlayarak. Arkasını getiremeyince, muzip bir edayla 3 kere tekrarlayarak cevaplıyor sorumu: “Hayyam, Hayyam, Hayyam”. Ben kahvemi indirimli içiyorum gün boyunca.
Dünya edebiyatına gösterilen ilgi söz konusu olduğunda muazzam bir farklılık var Amerika ile Avrupa arasında. Aralarına Türkiye’nin de dahil olduğu pek çok ülkede, farklı kültürlerin edebiyatlarını yansıtan eserler görece hızlı ve yaygın bir biçimde çevrilip basılırken, Amerika’da okurların çok az kesimi haberdar bu yayınlardan. Ne ilginçtir ki Türkiye ile Amerika iki ayrı uçta duruyor bu anlamda. Bizde ibre şaşmış bir zaman bir yerlerde, kendi edebiyatını başka kültürlerinkinden hakir gören bir anlayış hakim nicedir. Burada ise kendi edebiyatını başka kültürlerin üzerine yerleştiren. İkisi de başka başka yanılgılara gebe...
Sonuçta, kendi içine kapalı, başka kültürlere sağır bir okur kitlesi var Amerika’da. Dünyayı takip etmeden de bilebileceğini zanneden. Hal böyle olunca dünya edebiyatı basma riskini kimse üstlenmek istemiyor. Yabancı yazarların basılmaması okunmamasına, okunmaması ise basılmamasına yarıyor durmadan deveran eden bu kısırdöngüde. Bu umarsız kabuğun kırılması, prestijli ödüller ile mümkün olabiliyor ancak. Ne zaman ki bir yazar ya da şair uluslararası arenada ödüller almaya başlıyor, ancak o takdirde, ancak bu şekilde, dikkatini çekebiliyor ortalama Amerikan okurunun dikkatini. Portekizli romancı Jose Saramago’nun kitaplarının ABD’de itibar görmesi, ünlü yazarın uluslararası arenada alınabilecek en büyük ödülleri toplamasından sonra mümkün oldu. Benzer şekilde Mısırlı Necib Mahfuz da burada daha geç, daha zor keşfedildi. Macar yazar Imre Kertesz Nobel’i aldığından beri ABD basını çok az okurun haberdar olduğu bu ismi tanıtma telaşında.
Yıllar boyu en fazla 3000 satan kitap, birden 40.000 baskıya ulaşıyor ise, bu radikal değişimin ardında “Nobel almış yazarı tanımadığını fark etme telaşı” var ağırlıklı olarak. Yakın zamanlarda The New York Times’da yayınlanan bir incelemeye göre, geçtiğimiz sene Almanya’daki yayınevleri 3782 Amerikalı kitap satın aldılar. Oysa ABD’li yayınevlerinin satın aldığı Almanca kitap 150 ile sınırlı kaldı. Avrupa edebiyatına, sanatına, kültürüne ilgi bu kadar sınırlı iken, söylemeye ne hacet, sayılar ve veriler acıklı bir hal alıyor Ortadoğu söz konusu olduğunda.
Peki okuma oranının hayli yüksek olduğu bir ülkede, en kültürlü kesimler arasında dahi neden bunca ilgisizlik dünya edebiyatına karşı? Kimilerine göre mesele “zihniyet farklılığı”. Amerikan edebiyatı daha çok aksiyon barındırıyor içinde. Avrupa ya da mesela Uzakdoğu edebiyatları ise ekseriya daha felsefi, daha fazla düşünmek gerektiren metinlerle çıkıyor okurun karşısına. Okurun, daha fazla emek sarf etmesi gerekiyor. Bunlarla beraber Amerika’daki kitap piyasasını şekillendiren bir başka eğilim daha var: “Bireysellik hikayeleri!” Kansere yakalanıp da hastalığı yenmeyi başaranlar, maddi darboğazlardan geçerek ailelerinin önemini anlayanlar, senebesene ruhaniyetten yoksun yaşadıktan sonra hayatın anlamını çözenler, ya da belli bir azınlığın, ailenin, kesimin “gerçekçi” hikayelerini anlatanlar. Edebiyat okurlarının önemli bir kesimi tıpkı sinema seyircisi gibi “özdeşleşmek” istiyor kahramanlarla.
Ortadoğulu ya da Uzakdoğulu bir yazarın yazdıkları ile özdeşleşmek, haliyle zor oluyor bu mantık uyarınca.
Birbiriyle pek geçinemeyen, ama gene de yan yana akmaya neredeyse mahkum iki ana akıntı var edebiyat tarihi boyunca. Farklı farklı ülkelerde, çeşitli dönemlerde, gerek okurlar gerekse yazarlar, kendi kişisel eğilimlerine göre, bu akıntılardan birine daha çok kapılmaktalar. Böylelikle edebiyat, ya ağırlıklı olarak “kendi hikayeni başkalarına anlatmak” demek ya da “başkalarının hikayelerini kendi hikayen kılabilmek”. Birinciler hakikati mıhlamak peşinde, ikinciler ise hayal gücünü serbest kılmak.
Türkiye’de farklı sosyal ve siyasi kesimlerin edebiyatın bu iki dalga boyundan hangisine daha yakın durdukları pek sorulmamış bir soru. Belki de memlekette zaten o kadar az edebiyat okuru var ki, tel tel dağılır falan diye korkudan, analiz etmeye dahi kıyamıyor insan. Gene de merak ediyorum, aynı testi Türkiye’de bir üniversite kampusunda yapmaya kalktığınızda, durum değişir miydi acaba ve ne kadar?
“Bana Ortadoğu’dan çıkmış ve eserlerini okumuş olduğun 3 adet yazar ya da şair söyle.”
İçimden bir ses o kahveyi Türkiye’de de indirimli içeceğimizi söylüyor.
03.08.2003