Gelenekler, biz onların farkına varsak da varmasak da zihinlerimizi, zihniyet tarihlerimizi şekillendirebilirler tek başlarına. Oysa Türk edebiyatı söz konusu olduğunda nedense ihmal ediyoruz bu malum bağlantıyı. Edebiyatta bilhassa son on sene içinde çıkan her yazarı ayrı ayrı değerlendirmeyi ve ayrı ayrı didiklemeyi sevdiğimiz için olsa gerek, yazarların da (onlar kendilerini ne kadar farklı zannederlerse zannetsinler) belli bir dil ve düşünce geleneğinden gelmekte olduklarını nedense unutuveriyoruz. Bana pek de masum görünmüyor bu unutkanlık. Zira eğer odaklandığımız yazarı belli bir kültürel miras içine yerleştirip de öyle değerlendirmeye kalkarsak, bir kere çok zahmetli bir işe girişmiş oluruz, sonra nemize lazım belki mazallah sevmediğimiz kalemşorlar ile dilde ve yaklaşımda aslında ne kadar çok benzerliğimiz olduğunu keşfediveririz. Hepimiz aynı topraktan, aynı sudan besleniyoruz ne de olsa.
Yazarı bir yazın geleneği içinde okumak hiçbir tarafın işine gelmiyor. Ne yazarın (çünkü o zaman herkesten farklı görünemeyecek), ne okurun (çünkü o zaman daha analitik düşünmesi gerekecek), ne medyanın (çünkü o zaman işin kolayına kaçamayacak), ne de yayıncıların (çünkü o zaman tek bir yazarı öne çıkartamayacaklar). Hepimiz aynı şeyin peşindeyiz. İlahlar arıyoruz kendimize. İlah demek hürmet demek değil ya her zaman, bazen seviyor, bazen dövüyor elimiz. Sade yüceltmek için değil, parçalamak, nefret etmek için de ilah gerek bize.
Oysa biz tek tek bireyleri ne kadar yalıtırsak yalıtalım, Türk romancılığının 19. yüzyıl ortalarından itibaren kesintilerle, sıçramalarla da olsa takip edilebilecek bir akışı ve neyse ki birden fazla alt akıntısı var. Üzerinde çok durulmayan nokta, bu akışlar içinde cinsiyet ve yaş etkenlerinin ne derece önemli rol oynadığı. Türkiye, malumu ilam etmek gerekirse, had safhada ataerkil bir toplum. Ayrıca yaş esasına dayalı bir toplum. Nüfusunun içindeki gençlerin oranına rağmen, gençliğe itimad etmeyen, şüphe ile yaklaşan ve her zaman her konuda beyne değil, ak sakala hürmet eden bir toplum. Öyleyse yandık. Mademki kadınız, ha bir de mademki gençten sayılıyoruz yaşlı addedilmediğimiz müddetçe, sakaldan yana şansımız olmayacak demektir. Demek ki, biz bıyıktan sakaldan almayacağız lafımızın kudretini. Peki ne yapacağız? Yazacağız mesela. İnadına, daha çok yazacağız.
Yazma diyen yok elbette. Popüler tahayyülde “genç hanımlar” şiir ile iştigal edebilirler mesela. Her ne kadar Türk şiirinin erkek yüzleri bu kalıbı fazlasıyla kırmış olsa da, hâlâ şiirsellik kadınsılığı çağrıştırır zihinlerde. Hikâyecilik de uygundur efendim genç hanımlarımıza. Yalnız romana gelince iş; ama öyle eften püften değil, ciddi “kalın” roman yazmaya gelince yani, orada şöyle bir durmalı. Böylesi romanlar yazmak bir mühendislik işidir. Mühendislik ise erkek mesleği değil mi?
İlk kuşak romancılarımız aynı zamanda dönemin siyasi elitini oluşturmasalardı bu gelenek böyle olur muydu, sanmam. Ama Osmanlı son dönem ve Cumhuriyet erken dönem erkek romancılarımızın öncelikle modernite projesinde, ardından ulus–devletin inşa edilmesinde ve hemen akabinde de “milli dil–milli kimlik” yaratılması süreçlerinde böylesine aktif rol oynamış olmaları, romancıların toplum mühendisi olarak görülmelerini sağladı. Mühendis, malum, inşa etmek peşindedir her daim. Oysa Türkiye’de kadınların ve kadın yazarların yaratmaktan çok, mevcut olanı yıkmaya ihtiyacı var. İmkansız bir sentez yapacağız mesela. Hem romancı, hem yıkıcı olacağız.
Julia Kristeva, Luce Irigaray, Hélène Cixous ve Monique Wittig, ‘çağdaş düşünce’ tarihinde önemli iz bırakacak dört Fransız feministi. Aralarındaki görüş farklılıklarına rağmen bir konuda birleşmiş durumdalar. “Kadın Yazını”, erkek erkine dayalı ve akılcılık merkezli egemen kültüre karşı bir alternatif oluşturabilir. Kadınlar yazı aracılığıyla bu kültürün ve öğretilerinin içinden köstebek yolları misali kaçış ve özgürlük kanalları açabilirler kendilerine.
İlginçtir ki, bu anlayış söz konusu Fransız feministleri, anneliği yüceltmeye götürmüş durumda. Mesela Cixous erkeklerin mürekkep ile kadınların ise anne sütü ile yazdıklarını söylemekte. Fransız feministleri Lacan’ın şahsında Baba’yı sorgulayadursun, dünyanın farklı yerlerinde kadınlar yazıyı özgürleşmek için kullanmaktalar zaten.
Diasporada yaşayan İranlı kadın yazarların eleştirel sesleri, seneler sonra diktatörlük rejiminde bıraktıkları Haiti’ye geri dönerek anneannelerinin evlerini arayan kadınların yazılı tanıklıkları ve Hint edebiyatının İngilizce yazan Sivaları...
Türkiye’de romancılık “erkek ve mühendis ve elit” kesimin elinden, iktidarından kaymak zorunda. Türkiye’de kadınlar, bilhassa “muhafazakar” addedilen kesimlerden gelenler, sahi ne zaman yazmaya başlayacaklar, roman karakterlerini illa da erdem abidesi kılmaktan vazgeçip, insan denilen mahlukatı tüm çelişkileriyle göstererek, gerekirse yaratmaktan ziyade yıkmayı göze alarak? Sahi biz ne zaman İranlı, Haitili kadınların senelerdir yaptığı gibi “küçük ve sıradan ve özel” olanı, kalemimizden utanmadan, utandırılmadan yazmayı öğrenecek, ne zaman annelerimizin hikâyelerini anlatabileceğiz illa ki başkalarına değil, öncelikle kendimize...
07.09.2003