Kafamı kurcalar durur. Niye böylesine bakımsız, viranedir mezarlıklarımız? Şehirlerin içinde sıkışmış, köylerin, kasabaların kenarında tutulmuş, içlerini otlar bürümüş, nizamdan, planlamadan yoksun, hırsızdan geçilmeyen, alabildiğine kimsesiz ve tekinsiz, adeta bir koyvermişlik...
Osmanlı’dan bu yana Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihini mezarlıklar ve mezar taşları üzerinden incelemek çarpıcı bir açı sunabilir. Üzerlerinde birbirinden özenli hat karakterleriyle ‘Hüvel Baki’ yazılı, başlıklarından kimin hangi yola ya da mesleğe bağlı olduğunun anlaşıldığı, kimi zaman şiirler kimi zamansa ancak ebced hesabıyla çözülebilen şifreli mesajlar barındıran oymalı, kakmalı mezar taşlarından, özensizce aynılaştırılmış mezarlıklar anlayışına ne zaman, nasıl geçiverdik? Türkiye’de bugün tek tek bakıldığında mezarlar sahipli; ama mezarlıklar sahipsizdir. Her aile kendi büyüklerinin, yakınlarının mezarı başında dua eder etmesine de, bir bütün olarak mezarlıkları korumak, güzelleştirmek ve sahiplenmek nedense pek gelmez akla. Kamusal alanı tanımayan ve sahiplenmeyen yanımız burada da gösterir kendini.
İstanbul’da yaşayanlar bilir bu mukayeseyi. Gözünüzün önündedir daima iki dönemin ürünü mezar taşları. Bu açıdan muazzam bir farklılık arz eder şehr-i İstanbul. Başka başka şehirlerde, bilhassa Avrupa başkentlerinde, nizamlı, korunaklı, bakımlı yerlere ayrılmıştır mezarlıklar. Oysa İstanbul’da mezarlar her yerdedir. En beklenmedik noktalarda çıkıverirler karşınıza; çarşıda, pazarda, sokak ortasında, her yerde... Bu şehirde ölülerle canlılar beraber yaşar. Buna rağmen, yaşanan çarpık kentleşmeden mezarlar da nasibini almıştır fazlasıyla. Modernleşirken yitirdiklerimiz arasında, ölüm ve ölülerle kurduğumuz insancıl temas da var.
“Hızlandırılmış Batılılaşma” ile “bir-türlü-Batılılaşamama” arasında zikzaklar çizen toplumsal sergüzeştimizi daha yakından anlayabilmek için daha fazla “mikro tarihçilik” çalışmasına ihtiyacımız var. Seneler boyu resmi tarih çatısı altında insansız, hissiyatsız, kalıplaşmış bir tarih anlayışı dayatıldı hepimize kuşak kuşak. Bilerek ya da bilmeyerek içselleştirdik öğretilenleri. Ve çoğumuz tarih derslerinden nefret ettik. Ne Osmanlı’yı layıkıyla inceleyebildik, ne Bizans’a hakkını verebildik. Bir tarafta Osmanlı dendi mi otomatik olarak “gericilik” anlayan, geçmişi önemsemeyen, yüzü sadece ve sadece geleceğe dönük, taklitçi ve mekanik Batıcı elit kesim, bir tarafta sırf o elit kesime tepkisinden ötürü Osmanlı dendi mi sadece övmeyi bilen, “atalarıma laf söyletmem” diye diye eleştirel düşünceyi baltalayan, varlığı öfkeli bir karşıtlık üzerine kurulu tepkisel-muhafazakar refleks... Al birini vur ötekine. İkisi de benzer şekilde ayıklamacı, ikisi de alabildiğine indirgemeci... Siyaset bilimciler tarafından “Kemalist-İslamcı çatışması” diye adlandırılan paradigmanın bizleri sıkıştırdığı çıkmaz sokak...
Milletçe geçmişle ve ölümle ilişkimiz böylesine yaralı ve arızalı olunca, ardından gelecek adına kurduğumuz her yapı boşlukta asılı kaldı. Bu yüzden işte, başlangıçlarımızda ne yazı, ne kelâm, sadece dipsiz boşluklar var. Dilden ayıkladığımız ve “eski” diye tanımladığımız canım kelimeler, tarihimizde işimize gelmediği için sahiplenmediğimiz safhalar, Batılı imajımızdan kazımaya çalıştığımız “Doğululuğumuz”, kültürel dokumuzdan çıkarmaya çalıştığımız melez desenlerimiz, bunca hor görmemize rağmen gene de bizimle gelen, bizimle kalan kozmopolitlik ve artık okuyamadığımız tarihi mezar taşlarımız... Hepsi atıldıkları çöplüklerde usul usul bekleşmekte ve ayıklanmış hayatlarımızın, ayıklanmış kültürümüzün yutucu boşluğunda bir başlarına salınmaktalar.
08.08.2006