“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye sormuştu Nazım Hikmet, Abidin Dino’ya. Nasıl tasvir etmeli, hangi renkler, hangi desenler, hangi ayrıntılar üzerinden aktarmalı insan denilen eşref-i mahlukatın o en som, en katıksız sevinç hallerini? Ben, kendi payıma, mutluluktan ziyade, saklı sancılı ve sessizliğe terk edilmiş hüzünlerin aktarımını merak ettim hep. Mümkün mü sessizliğe ses kazandırmak? Gerekli mi? Nasıl anlatmalı, ne surette kaleme almalı sır olarak kalması lazım gelenleri? Nasıl yazmalı hüznü? Roman demek bir yanıyla “ifşa etmek” demek. Peki hikayeyi açık ederken sayfa sayfa, kat kat, hikayeci olarak hâlâ saklı kalmak, hikayeciyi saklamak mümkün mü? Sanatçı, ressam ise tuvalini, yazar ise kalemini, sinemacı ise kamerasını nasıl kullanmalı o anlatılması en zor, belki de son tahlilde imkansız, insanlık ve insan dışılık hallerini aktarmak istediğinde? Acının da sevincin de, insanın hissedebileceği en uç duygu durakları olarak nasıl anlatılabileceği sorusu Spinoza’dan bu yana nice düşünürün, yazarın, çizerin kafasını kurcaladı. Hatta Wittengstein gibi niceleri “dilin bittiği bir yer”, “söze dökülmesi namümkün bir alan” olduğuna inandı. Onun kıyısında durup bakabilirdin ancak ileriye, hissedebilirdin berisini; ama yazamazdın artık. Aktaramazdın. Dilin bittiği yerden hikayeler ve havadisler getirmek arzusu her yazarın tutkusu. Ama şimdilerde belki de bu soruyu kendi kendisine en sık sorması gereken meslek grubu, gazeteciler. Bilhassa savaş muhabirleri.
İsrail’in bombardımanı devam ederken Lübnan’dan acının fotoğrafları yığılıyor dünya basınına. Ve anlatılamaz, aktarılamaz acının nasıl iletilmesi gerektiği bölgede bulunan hemen her gazetecinin zihnini kurcalıyor olmalı. Nasıl anlatmalı? Nasıl anlatmalı ki ekranları başında, kendi tuzu kuru hayatlarını ve gündelik rutinlerini yaşayanların vicdanlarında bir çentik açmalı, zihinlerinde bir merak uyandırmalı? Savaşı anlatmak, dilin bittiği yere yolculuk etmek demek. Görebilir, hissedebilirsin. Ama geri döndüğünde aktaramazsın bildiklerini. En yakınındakilere bile. İşini layıkıyla yapan savaş muhabirlerinin en çok üzerinde durdukları muamma bu işte: Geri döndüğünde “oradan”, nasıl anlatacaksın anlatılamaz olanı anlayamaz olan “buralılara”?
Zor olan, savaşı anlatmak değil aslında. Esas zor olan, anlatılanların unutulmasını, tüketilmesini, kanıksanmasını engellemek. Hür dünyanın konformist bedenlerini sıkmadan, demokrasiyi bir mücadelenin sonucu olarak değil, kucaklarına sunulmuş bir “veri” olarak gören Batılıların beş dakikadan fazla zamanlarını almadan, onları gündelik hayhuylarından alıkoymadan, kilometrelerce uzakta, başka bir memleket, başka bir diyarda yaşanan bir trajediyi nasıl anlatabilirsin? Ve en önemlisi, içinde yaşadığımız ortamda artık hiçbir ülkenin yalıtılmış ve tek olmadığını, dünyanın bir yerinde yaşananların ilgisiz gibi görünen bir başka yerdeki gelişmeleri yakından etkilediğini, velhasıl birbirimizin hayatlarından mesul olduğumuzu, birbirimizin hikayelerine sızdığımızı nasıl anlatırsın? İnanır mı sana Seattle’da televizyon karşısındaki ev hanımı? Lübnan’da olan bitenlerle kendi yaşamı arasında bir bağ kurar mı? Yoksa “uzak bir memlekette, uzak insanların dramı” olarak mı kalır gördüğü sahneler zihninde?
Yaşadığımız çağ acıyı seyirlik bir malzeme yaptı. Seyredip silmek, alıp atmak üzere, tek kullanımlık, şırıngalık, tadımlık... Evlerimize giren savaş sahnelerini anında unutmaya programlanmışız. İnsanlığın en som, en son hallerinin aktarımının paketlenmiş tüketim kültüründen nasibini aldığı böyle bir ortamda, Nazım Hikmet o meşhur sorusunu değiştirerek sormak durumunda kalırdı bugün. “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” değil, ya da “Sen hüznün hikayesini yazabilir misin?” değil, artık en zor soru: “Sen aktardığın acının ve aktardığın sevincin anında unutulmasını nasıl engellersin?”
13.08.06