Parklarda, sokaklarda, oyun alanlarında, toplu taşıma araçlarında rastlıyorum onlara. Yan yana, ele ele, göz göze, yürek yüreğe... Öylesine som bir sevgi akımı aralarında, som ve neredeyse somut, hani adeta uzansan, uzatsan elini dokunabileceksin aralarındaki sevgiye, yoğun ve katıksız öylesine. İzliyorum onları, yarı hayret yarı hayranlıkla.
Muazzam bir uyum yakalamışlar, aralarındaki tüm yaş farkına rağmen. Zamanın bir ucunda biri, bir ucunda beriki; ama gene de var ortak bir dilleri. Gündelik yaşamın her kıyısında görüyorum onları: lokum dedeler ve gözbebeği torunları.
Türkiye’de dedeler ile torunlar arasındaki yumuş yumuş ilişkiyi gözlemleyen bir yabancı zanneder ki bu topraklarda erkeklerin sevgilerini belli etmek, duygularını göstermek gibi bir sorunları olmaz, olamaz. Altmışlarında, yetmişlerinde, seksenlerinde ununu elemiş dedeler, ufacık torunlarının yanında yeniden hayat bulmuşçasına, alabildiğine sevecen, olabildiğince şefkatli, her türlü çocuk kaprisine “bana mısın?” demeden, ne kadar doğal, nasıl da kendiliğinden... Kim inanır aynı erkeklerin geçmişte kendi oğullarına karşı bambaşka, kaskatı davrandıklarına, bizzat kendi çocuklarına karşı daima mesafeli olduklarına? Kim inanır torunlarının yanında böylesine sevecen ve duygusal olan bu büyükbabaların, seneler seneler boyu kendi babalık serüvenlerinde oğulları karşısında hep ama hep duygularını bastırdıklarına?
Şimdi orta yaşlarını sürmekte olan kaç erkek aynı şeyi yaşamıştır bu topraklarda: “Bakma babamın şimdi böyle lokum-dede olduğuna, yaşlandı da ondan, geçmişte çok sert adamdı, daima otoriter, daima sözü geçer. Severdi bizi, severdi de sevgisini belli etmezdi zinhar. Bir kez olsun sarılıp öptüğünü, çocuklarını alıp gezdirdiğini ya da havada döndürdüğünü hatırlamam, hep sert, hep ulaşılmaz, hep korkulasıydı gölgesinden ve isminden...” Şimdinin lokum-dedeleri bir zamanlar otoriter-babalar idi. Duygularını göstermeyi, çocuklarının yanında onlarla beraber çocuk olmayı onarılmaz bir zaaf addeden babalar... Kendilerine yakıştırdıkları bu eğilmez bükülmez katılığı aynen oğullarına da öğretmek isteyen babalar... Kendilerine nasıl yasak etmişlerse ağlamayı, oğullarına da yasaklamaları bu yüzden. O oğullar bacak kadar çocukken dahi ağlamaları yasak, duygulanmaları yasak, acılarını, korkularını, evhamlarını, arzularını belli etmeleri yasak... Babadan devralınan bu öğreti uyarınca “erkek adam” olmak demek, ne kadar duygulanırsan duygulan, nasıl etkilenirsen etkilen, içindeki çalkantıyı bastırmak, duygularını zinhar belli etmemek demek. Peki ama ne oluyor, nerede değişiveriyor bu tanıdık resim? Kırk sene boyunca kendi oğlunu hasretle bağrına basamayan babalar, nasıl oluyor da yaş kemale erince, bacak kadar torunları karşısında mum gibi erimeye hazır oluveriyorlar? Ve mademki torunları karşısında sevecen ve duygusal olmaktan çekinmiyorlar gocunmuyorlar, ne demeye bu cüreti daha evvel gösteremiyorlar?
Evladını sevmekle bitmiyor annelik ya da babalık. Bir de sevdiğini göstermeyi bilmek var. Sen eğer evladına onu ne kadar sevdiğini gösteremiyor, duygularını karşı tarafa iletemiyorsan, kaskatı ahlak değerleri ya da belletilmiş erkeklik kodları adına kendini tutuyor ve çocuğuna dokunamıyorsan, demektir ki o sevgi eksik sevgi, tek kanatla uçmaya çalışan kuş gibi. Adem oğulları Havva kızları evlatlarını sevmekte değil, evlatlarına besledikleri sevgiyi göstermekte, duygularını dolaysızca dışa vurmakta çuvallıyorlar en çok. En fazla oradan yaralayıp, yaralanıyorlar galiba...
15.08.2006