Kıta Avrupası ile Amerika arasındaki toplumsal, kültürel ve entelektüel birikim farkı içinde yaşadığımız dönemde özel bir önem kazandı.
Her ne kadar ucuz sloganlardan hareketle, Doğu ile Batı arasında yahut Batı demokrasisi ile İslam arasında bir Medeniyetler Çatışması olduğu ya da olacağı tezini savunanlar “Batı dünyası” diye devasa bir genellemeyi kullanmayı yeğleseler de, aslında “Garp” diye yekpare bir bütünden bahsedilemez. Aksine, çatışan, uyuşan, karışan onlarca farklı renkten ve unsurdan mürekkep Batı toplumları ve bu sürekli kaynayan heterojenliği algılayamamak Türk aydınlarına da Türk okurlarına da çok şey kaybettiriyor.
Avrupa ile Amerika arasındaki en temel farklılıklardan biri “din” ve “dindarlık” konuları etrafında düğümleniyor. Pek çok Avrupalı ve bilhassa Avrupa entelijensiyası için, din de dindarlık da tamamen bireysel tercihler. Bu halde kamusal alana damgalarını vuramaz, devlet yapısına ya da ideolojisine sızamazlar. Bir başka ifadeyle, din kişisel bir tercih ve kamusal alanın tamamen dışında. Bilhassa Kuzey Avrupalı yazar ve aydınlara baktığınızda, bu savı birkaç adım daha ileri götürdüklerine rastlıyoruz: Dindarlık, modern zamanlara ait bir özellik. Bugünün postmodern dünyasında yeri olmayan bir anlamlar ve kurallar bütününe işaret ediyor. Velhasıl, pek çok Avrupalı aydın, bunu bu şekilde açıkça ifade etmese de her zaman, dindarlığın modernitenin vaktiyle yaygınlaştırdığı ama miadını büyük ölçüde doldurmuş bir özellik olduğunu düşünüyor. Bu yaklaşımın iki önemli sonucu var. Birincisi, Avrupalı aydınlar, gene bizzat Avrupa’da yaşayan ve kimileri hayli dindar olabilen göçmen topluluklarını anlamakta zorluk çekiyorlar. Bu topluluklara kimi Müslüman göçmenler dahil olduğu gibi, son derece katı Katolik olabilen Polonyalı göçmenleri de katmak gerek. İkincisi, aynı Avrupalı aydınlar, sadece kendi toplumlarının bağrında gelişen dindarlığı anlamakta zorlanmakla kalmıyor, Amerika’yı anlamakta da büyük güçlük çekiyorlar. Avrupa ile kıyaslandığında Amerika çok daha dindar bir toplumsal dokuya sahip ve en önemlisi, burada din, kamusal alanda sürekli görünür durumda.
Dolayısıyla bizzat Batı dünyası içinde yer yer çatışan yer yer birbirine dokunmadan paralel akan iki ayrı kültürel akıntı mevcut. Bir yanda Avrupa ve Avrupa’nın yerleşmiş laik kültürü ve devlet yapısı. Öte yanda ABD ve Amerika’da giderek palazlanan Hıristiyanlık temelli dini söylem.
Bu hafta İngiliz basınında hayli ses getiren bir “dindarlık ve batıl inançlar araştırması” yayınlandı. Asırlardır insanların niye ve nasıl batıl inançlara prim verdiklerini inceleyen üniversite araştırması, aslında “irrasyonel olanı rasyonalize etme çabasıydı” bir bakıma. Varılan sonuçlar arasında, dindarlığın “kaotik bir düzene anlam verme ihtiyacından doğduğu, bireyin içindeki yalnızlık duygusunu hafiflettiği, zor zamanlarda insanlara kavranması kolay formüller sunduğu” gibi işlevler sıralanmıştı. Araştırmanın sonuçlarını tartışacak değilim. Beni ilgilendiren araştırmanın pragmatik, pozitivist İngiliz geleneğinden ne kadar etkilendiği ve bu üslup ile Amerika’daki üslup arasındaki farkın büyüklüğü.
Amerika ve Avrupa din ve dindarlık konusunda iki apayrı yaklaşım barındırıyor bağrında. Bu çelişki önümüzdeki dönemde daha da belirginleşecek.
12.09.2006