Hakkında yazabilmem, değil yazmak düşünebilmem için dahi epeyce zaman geçmesi gerekti. Ölümü bu kadar taze, bu kadar beklenmedikken adını almadım ağzıma aylar boyunca. Öğrencimdi. İntihar etti.
Dave ile tanışmam bundan neredeyse dört sene evveline uzanır, mekân: Amerika. Arizona Üniversitesi’ne konuşma vermeye gittiğimde o da oradaydı, dinleyicilerin arasında. Ben konuşmamı bitirdiğimde, yarı mahcup yarı kararlı söz aldı. “Geçen sene Kıbrıs’a gittim,” dedi. “Hem Türk kesimine, hem Rum kesimine. Her iki tarafta bir ay geçirdim. Her iki tarafın milliyetçiliğiyle de tanıştım. Bir Amerikalı olarak beni en çok adalı Türklerle adalı Rumların benzerlikleri etkiledi. Ve bunca benzerliğe rağmen bu kadar husumetin olması zihinlerde... En çok buna şaşırdım galiba. Yani düşmanlıklar, önyargılar, tarihsel husumetler belki her yerde var ve her yerde kötü sonuçlar doğuruyor; ama galiba en kötüsü, birbirine bu kadar benzeyen insanların karşılıklı bu kadar tahammülsüz olmaları... Benzerlerin milliyetçiliği üzerine ne düşünüyorsunuz?”
İlk böyle karşılaştık. Daha sonra aynı üniversitenin hocalık teklifini kabul etmemle beraber Dave ile yeniden kesişti yollarımız. Aradan aylar geçmiş, o bu arada Türkiye’ye gidip gelmiş, İstanbul’a âşık olmuş, tasavvufla ilgilenmeye başlamış ve Türkçe öğrenmeye karar vermişti. Sözünü ettiğim dönem 11 Eylül sonrası. Amerikalı öğrencilerin birçoğunun zihninde İslam’a ve Ortadoğu’ya dair nice önyargı varken, Dave adeta bunlardan büsbütün muaftı. Üniversitedeki öğrencilerimin çoğu Arapça öğrenip devlet kademelerinde çalışmak, terör uzmanı olmak istiyordu o günlerde. Dave bu modadan nasibini almadan, zerre kadar etkilenmeden, başka sorular sormakla meşguldü. O Arapça değil Türkçe öğrenmeyi kafasına koymuştu. İslam dendi mi “terör” değil tasavvuf idi anladığı. Beni şaşırtan bir hızla Türkçesini ilerletti. Bir sene içinde koridorlarda Türkçe sohbet etmeye başlamıştık. Dile, kültüre, insanlığa karşı sınırsız ve alabildiğine önyargısız bir sevgisi ve ilgisi vardı. Dil öğrenirken sadece gramer kurallarını ya da kelimeleri hatmetmek değil, bir kültürün dehlizlerini de araladığının farkındaydı. Aradan üç sene geçti. Dave Türkiye’ye gidip gelmeyi, dünya meseleleri üzerine kafa yormayı, kampüs üzerindeki demokratik hareketlere katılmayı, sivil toplum inisiyatifini önemsemeyi, her türlü aşırı milliyetçi söyleme eleştirel bakmayı, Amerikan hükümetinin Ortadoğu’da yaptığı hataları dillendiren kampanyalara katılmayı, deli gibi kitap okumayı ve duygusal aktivizmini tam gaz sürdürdü. Bu arada Türkçesini hayli ilerletmiş, bir de Osmanlıca dersleri almaya başlamıştı. Bu kadar çok okumasına, diğer öğrenciler gibi gününü gün etmeye bakmak yerine dünyada yaşanan acılara kafa yormasına ve hemen her konuda böylesine eleştirel düşünebilmesine rağmen pek çok “kalem ve fikir ehli”nin muzdarip olduğu şu malum hastalıktan, yani “başkalarına ve topluma karşı hırçınlık”tan zerre kadar nasibini almamıştı. Her zaman güleç, her zaman iyimser ve mütevazi, her zaman insanlığa dair umut dolu...
Mezun oldu. Hem de son derece iyi bir ortalama ve tüm hocalarının uzun uzun takdirlerini içeren referans mektuplarıyla. Akademik ilgilerini sürdürmekte kararlı olduğundan doktora yapmaya karar verdi. Birçok yerden kabul aldı. Amerika’nın en önde gelen kurumlarından olan California Üniversitesi-Berkeley kampüsünü seçti. Bu yaz İstanbul’da buluşacaktık. Ondan evvel intihar haberi geldi. Sessiz sedasız, kimselere haber vermeden, tebessümü solmadan...
10.09.2006