“Roman okuru okurların en yalnızıdır”, demişti Walter Benjamin. Öylesine som bir yalıtılmışlık ve yalnızlık gerekir roman okumak için.
Aileden, arkadaşlardan, gündelik uğraşlardan, her şeyden ve herkesten birkaç saatliğine de olsa uzaklaşarak, tamamen kendi içine çekilir roman okuru bir kitabı bitirirken. Hele ki sarmışsa okuduğu roman, hele ki kurulmuşsa okur ile kitap arasında bir köprü, başka kimselere geçit vermeyen. Bir yanıyla bir “sırdaşlık”tır insanın sevdiği bir romanı okurken hissettiği. Başkalarına aktarılamayan, aktarılınca efsununu kaybeden bir sırdır her roman, sadece okurunun bildiği. Ben yazarken hep o “yalnız okur”u düşünürüm; çekilmiş bir kenara, oturmuş elinde bir romanla sakin bir köşede, etrafında kimselere geçit vermeyen bir hale, kapanmış kozasına. Ben yazarken hep o “yalnız okur”u hayal ederim, kelimelerimin ona hitap ve eşlik ettiğine inanarak.
Benjamin’in eklemeyi unuttuğu bir şey var: Roman yazarı da yazarların en yalnızıdır. Ve roman üzerinden yazar ile okur arasında kurulan o yarı “sürreal” yarı “realiteyi sorgulamaya yönelten” bağ, aslında iki yalnız insanın kelimeler aracılığıyla ama tek kelime konuşmadan, paylaşarak ama yalnızlıklarını azaltmadan, yüreklerini açarak ama birbirlerini zerre kadar tanımadan geliştirdikleri özel bir sohbet biçimidir. Ve o sohbetin neye benzediğini bilmeyenlere, yani roman okumayanlara, edebiyata ve hayal gücüne kapalı olanlara, roman okumak bir yana cehaletleriyle övünenlere, kitapları okumadan yargılayanlara, işte yazar ile okur arasındaki bu “sohbet”in tadını ya da kıvamını anlatmak mümkün değildir. Ve benim nezdimde, yazdığım romanların ne dediğine veya ne demediğine karar verecek olan merci en nihayetinde gene roman okurudur. Halis, önyargısız, katıksız roman okuru.
Türkiye’de belki arzu ettiğimiz kadar değil; ama çok sayıda samimi roman okuru var. Dedikodulara, medyada inen ve çıkan dalgalara, geçici akımlara, döne döne düğümlenen yazar odaklı tartışmalara prim vermeden, bir eserin kalitesini başkalarının ne dediği üzerinden değil, doğrudan doğruya gidip o eseri okuyarak ölçen, kitaba odaklı, kitaplara sevdalı bir kesim... Onlar samimi roman okurları! Yaşça ya da sınıfça bir genelleme yapmak zor haklarında: son derece genç de olabiliyorlar, mesela üniversite ya da lise öğrencisi; çoluk çocuğu evlendirdikten sonra kendini kitaplara vermiş bir emekli öğretmen ya da ev hanımı da. İdeolojik olarak da çok çeşitli noktalardan geliyor samimi roman okurları. Aralarında Kemalistler de var, eski solcular da, muhafazakarlar da. Gündelik hayatta, politika tartışsanız belki duymaktan dahi hoşlanmayacakları şeyleri romanlarda okuyunca rahatsız olmuyorlar. Roman okuru olmanın yalnızlığı içinde gündelik hayattakinden daha esnek, daha önyargısız olabiliyor, romanın gerçekliğinin farklı olduğunun bilinciyle zihinlerinin ve yüreklerinin kapılarını açık tutuyorlar. Bu yüzdendir ki, Türkiye’de siyasetin girmediği ve giremeyeceği yerlere sanat ve edebiyat girebilir rahatlıkla. Bu yüzdendir ki siyasetin geliştiremediği empati ve anlayış dilini edebiyat geliştirebilir, bilhassa bizimki gibi siyasetin hoyrat olduğu memleketlerde.
Baba ve Piç romanında “Türklüğe hakaret ettiğim ve “hain” olduğum iddia edildi kimilerince. Bu yüzden soruşturma geçirdim, hedef gösterildim, yargılandım ve en nihayetinde beraat ettim. Aksini iddia edecek, cesaret gösterisi yapacak değilim: sonuç sevindirici olsa da tüm bu zaman zarfında bir hayli hırpalandım. Ama bu sürecin hiçbir safhasında o “yalnız okur”u ve onun için, ona yazdığımı unutmadım. Benim nezdimde, romanlarımın neyi anlattığına, ne söylediğine karar verecek olan, kitap okumadan yazar yargılayan zihniyet değil, sadece ve sadece o “yalnız okur”dur.
26.09.2006