Şehirlerden Bem ölüm kokan bir kuyu oldu. Yüzde yetmişi yok artık eski, gizemli şehrin. Hayatta kalabilenlerin üçte ikisi çoktan terk etti bu kahır şehrini. Artık yükselmiyor sayısı yeraltından çıkartılan cesetlerin. Bir müddet sonra zaten hiçbir şey ifade etmemeye başlıyor sayılar. Beş bin ila yirmi bin, otuz bin ila kırk bin arasında bir fark kalmıyor ölüm bu denli kalabalık, böylesine “alaturka” olunca. Kendisi başlı başına bir yas kültürü olan İran şimdi yasta.
Felaketlerin adresleri var, aidiyet haritalarında; tıpkı bireyler için olduğu gibi, onların da yerel, ulusal, bölgesel kimlikleri ve kimliklere göre farklı farklı tezahürleri var. Ve de ölümün. “Alaturka son” diye bir ölüm çeşidi var mesela. Yüzlerle, binlerle, on binlerle ölüyoruz biz bu topraklarda. Bunca kalabalık göç etmediğimiz zamanlarda ise yani mesela tek başımıza öleceksek, en acıklı, en ipe sapa gelmez yollarla gidiveriyoruz öte diyara. Kim bilir ne vakit kazılmış da bir türlü kapanmamış bir belediye çukurunun içine yuvarlanıyor, bir köşeden başımıza bir tuğla yiyor, olmaması gereken bir yerde uzanan bir elektrik kablosuna basıyor, hamasetten en uzak, hicve en yakın sularda boğuluyoruz. Toplumları okumanın en isabetli yollarından biri ölüm ilanlarını takip etmek olsa gerek. Batı’da, bilhassa İngiltere ve Amerika’da ölüm ilanları uzun, açık, detaylı, katmanlı, gideni mümkün mertebe farklı yönleriyle anlatmaya yönelik, onu tanıyanlara ve tanımayanlara. Bizde ise ölüm ilanları kısa kısa, çabuk çabuk. Anlatmaktan ziyade saklamaya yönelik. Bir cimdik gibi, iz bırakmadan sadece hafifçe irkiltmek amacıyla. Ne de olsa bilmek istemiyoruz nasıl yaşadığını rahmetlinin, hele hele nasıl öldüğünü bilmeye hiç gerek duymuyoruz. Tesadüf mü bizde ölüm ilanlarının böylesine yüzeysel ve usulen olması?
Yaşamın olduğu gibi, ölümün de coğrafyaları var. Burada da bölgeden bölgeye, haritadan haritaya değişiveriyor renkler. Ortadoğu’nun renkleri kahverenginin tonları. Ölümlerimiz toptan, yığınlar halinde telef oluyoruz. Ölümlerimiz çamurdan, doğrulunca yerimizden yenilerini yoğuruyoruz.
Her felaket sonrası hafızamızın kuytularında bir temizlik yapıyoruz nasıl başarıyorsak her seferinde, temizleniveriyor arşivler, siliniyor, unutuveriyoruz; ta ki bir sonraki felakete kadar. 1978’de, 1990’da gene on binlerce insan kaybeden İran gene aynı bildik yöntemlerle inşa etmeye devam etti evlerini. Bem şehrinin deprem kuşağında olduğu bilinirken hiçbir tedbir alınmadı. Ne kadar tanıdık. Birbirimize bu kadar benzediğimiz için mi böylesine uzak duruyoruz komşularımızdan? İster Türkiye’de olsun ister İran’da yaşam mı hafife aldığımız bu kadar yoksa ölüm mü?
BBC muhabirleri bu hafife almayı anlamakta zorluk çekiyor olmalılar ki üst üste sorular yöneltiyorlar Bem şehri sakinlerinden kendileriyle konuşmaya razı gelen herkese. “Anlayamadığımız şey nasıl olup da 17. yüzyıldan kalma binaların ayakta kalabildiği,” diye soruyor BBC muhabiri, “ama yeni yapılan binaların kartondan evler gibi yıkıldığı. Aradaki fark nedir? Ekonomik koşulların değişmesi mi sebep?” Senelerdir Bem şehrinde turistlere rehberlik yapan ve onların da yerlilerin de dillerine vakıf bir adam cevap veriyor: “Ekonomik koşullar belirleyici; ama başka bir sebep daha var. Galiba bundan 300 sene evvel yaşayanlar, eskiler, ölümsüzlük arayışından vazgeçmemişlerdi hâlâ. Biz İran’da böyle düşünmeyi yitireli çok oldu. Artık ölümsüzlük isteğini küstahlık addediyoruz. Evlerimiz çamurdan değil, taştan tuğladan; ama kalıcı da değil... Bugün var, yarın yoklar.”
Tabu kelimelerimiz var bu topraklarda, bilerek ya da bilmeyerek fark etmez, uzak durduğumuz kelimeler. Bilinçaltımıza işlemiş önyargılar, kültürel kodlar. Mesela “hırs” kelimesi bir küfür gibi Ortadoğu kültürlerinde. Her türlü farklılığın ve üretkenliğin gündelik yaşam sözlüklerimizdeki karşılığı “hırs”. Sevmiyoruz bu kelimeyi. Onun yerine “hudut” kelimesini seviyoruz. Hudutlarda durmayı öğütlüyoruz kendimize ve dahi çocuklarımıza, haddini bilmeyi belletiyoruz. Hırslı olmak, başarmayı istemek, yükselmeyi arzulamak, ölümsüzlük arayışında olmak ya da hiç değilse kalıcılık arayışında... Her biri küfür gibi tırmalıyor kulaklarımızı. Kadın ya da erkek, genç ya da yaşlı fark etmez, Türkiye’de birisi için söyleyebileceğimiz en ölçülü nahoş sözlerden biri: “Çok hırslı!”
Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli dönemeçlerinde, Anadolu salgını İstanbul yangını ile meşhurken evlerin gene de ısrarla ahşaptan yapılmasının ardında da benzer bir “haddini bilme arzusu” vardı. Kalıcılık peşinde değildik ne de olsa, bugün var yarın yoktuk. Göçebeliği geçicilik, geçiciliği de kadercilik ile birbirine karıştırdığımız günden bu yana, kalıcı eserler bırakmayı önemsemez olduk. Yeni mimari eserler inşa etmediğimiz gibi, var olanları da bu kadar hızlı, böylesine aymazlıkla yıkabilmiş, yıpratabilmiş olmamızı bu kavramsal düğüme borçluyuz.
Mana haritalarında bir zaman bir yerlerde bir hata yaptık. “Tevazu” ile “kadere razı olmak” kelimelerini eşanlamlı sandık. Vaktiyle mütevazı olmayı tembihleyen ve yücelten kültürler ne hikmetse giderek pasif ve banal olmayı öğütler hale geldiler. Aksi yönde gitmeye çalışanı hırsla itham ettik, ölümsüzlük arayışıyla ve haddini bilmemekle. Her etki tepkisini de beraberinde getirdiğinden, hırsı böylesine küçümseyen kültürlerde, paradoksal biçimde, “köşe dönmece” söylemi yaygınlaştı. Bilhassa Türkiye’de 1980 sonrasında böyle ikiyüzlü bir sentez çıktı ortaya. Bir yandan “ölümsüzlük arayışını” küçümseyen; ama bir yandan da “bu dünyada parsa toplayanlara” içten içe hayran bir iğreti söylem.
Oysa bugün “hırs” addedip küçümsediğimiz arzu edebiyatın, sanatın, mimarinin, bilimin temel yakıtı. Merak etmek, duramamak, hudutların ötesine geçmeyi arzulamak, kalıcı olmayı amaçlamak... Ne zaman ki bu kavramlarla yeniden barışacağız; ancak o zaman daha farklı, daha kalıcı inşa etmeye başlayacağız evlerimizi. Şehirlerden Bem şimdi yaralarını sarıyor sarmasına da evlerle, okullarla, kamu binalarıyla beraber, kelimeleri de yeniden tanımlamak ve inşa etmek zorunda. Tıpkı bizim de yapmak durumunda olduğumuz gibi.
11.01.2004