Çocukluktan kalma bir anı. Ayrıntılar silinmiş, öncesi ve sonrası olmayan bir diyalog kalmış geride, her şeyden kopuk sallanıyor boşlukta, hafızamın kuytusunda. Salondayız. Anneannem ve ben. Pencere kenarında saksılar var. Saksılarda adını bir türlü öğrenemediğim çingenepembesi çiçekler... Sessizlik hakim etrafa. Dışarıdan geçen bir seyyar satıcının avazı sayılmazsa. Ne satıyor adam, anlayamıyorum. Merak etmek fazladan bir iş gibi geliyor, kurcalamıyorum. Öylesine bastırmış atalet ve bıkkınlık... Önümüzde çay bardakları duruyor; ama içmiyoruz. Yarım, soğumuş duruyor çayım, yenilemek gelmiyor içimden. Derin bir iç sıkıntısı. Ne olmuş, neye üzülmüşüz hatırlamıyorum şimdi, ama yüreğimiz sıkışmış belli ki. Derken, adeta fısıldarcasına, o sözleri söylüyor anneannem: “Allah kulunu sınarmış, vardır bunda da bir hayır, Allah sevdiği kulunu bin beter sınarmış...”
“Niye sınıyo ki?” diye sorduğumu hatırlıyorum, sınanmak istemeyen, zora da, haksızlığa da gelemeyen çocuk isyanımla ben.
“Allah kulunu karanlıktan geçirir evvela, sonra verirmiş aydınlığı ki, ışığın kıymeti bilinsin...”
“İyi de ben ışığın kıymetini biliyorum zaten...” diye üsteledim, kendimden emin. Zaten bildiğim bir şeyi bilmek için sınava ihtiyacım yoktu ki.
İsyankâr, tepkisel torununa usulca tebessüm etti anneannem. “Bilirsin elbet. Akıllı kızım... Bilirsin, ama gözleri birdenbire açılmış bir âmâ kadar takdir edebilir misin ışığın güzelliğini? İnanç için badire lazım. Dar zamanlarda yüreğini ferah tutabilmelisin...”
Ne demek inanç için badire lazım? Ne demek dar zamanlarda yüreğini ferah tutmak? Anlamlarını idrak edemesem de anneannemin sözlerinden epeyce etkilenmiş olmalıyım ki, o gün gözlerimi bir eşarpla bağlayıp, karanlıkta yaşamaya kalktım. Bir gün boyunca kör biri gibi yaşasam daha mı farklı bir gözle görecektim acaba ışığı yeniden gözlerimi açtığımda? Bütün gün oraya buraya toslayarak geçti, akşama doğru sıkıldım bu oyundan, hoppa aklım başka konulara zıpladı ve çarçabuk unuttum bu diyaloğu. Unuttum senelerce. Unuttum, ta ki geçen haftaya kadar. Ne garip, şimdilerde yeniden hatırlıyorum çocukluktan kalma o kopuk, durgun konuşmayı. Hatırlıyorum, çünkü ömrü hayatımın en zorlu haftasını geride bıraktım. Hastane, mahkeme, bebek, dava, doğum, beraat, resmimi yakanlar, işittiğim hakaretler, uluslararası basın, bizim basın... derken kendimi dinmeyen bir hengamenin ortasında, tam odak noktasında buldum, hem de gözlerden en uzak, en dingin olmayı istediğim bir anda, lohusalığımda. Yüreğimin sıkıştığı bir anda, çıkıverdi hafızamın kuytularından, hızla delip geçti o cümle zihnimi. “Allah kulunu sınarmış, vardır bunda da bir hayır, Allah sevdiği kulunu...”
Mahkememin beraatle sonuçlanmasının ardından medyada az sayıda bir kesim adeta bu anı beklercesine ya da hapse girmememe üzülmüşçesine saldırıya geçti. Genellemeler, çamur-at-izi-kalsın kabilinden suçlamalar, etmediğim laflar üzerinden üretilmiş iftiralar... Ama iğne iğne canımı yakarken tüm bunlar, bir yandan da gerek kamuoyundan, okurlardan, edebiyat sevdalılarından, gerekse medyadan, sivil toplumdan, Türkiye’nin aydınlık yüzünden muazzam destek aldım, nefes ve moral ve yön buldum. Bu insanlara tek tek şükran borcum var ki, unutmam kabil değil. Nasıl unutabilirim, karanlıkta bana yön veren bu ışık huzmelerini? Geçen akşam anneannemi aradım iftar sofrasında. “Fahriye Hanım!” dedim. “Ne dersin, var mıdır bunda da bir hayır?”
“Vardır ya!” dedi inancını yitirmeyen ruhsal dinginliğiyle anneannem. “Sen yeter ki yüreğini geniş tutmasını bil dar zamanlarda...”
01.10.2006