Ömrü hayatımın en zor haftasıydı geride kalan. Ve beni ne denli hırpaladığını kendi kendime idrak ve itiraf edebilmem için biraz zaman geçmesi gerekti. Ancak sonradan durup bakabildim geriye. Atılan laflardan, yalan yanlış yakıştırmalardan, ipe sapa gelmez suçlamalardan geride kalan izlere, yara berelere… Öfkeli bir kalabalığın, hakaretamiz sloganlar eşliğinde, AB bayrağıyla beraber benim fotoğrafımı yakacağını söyleseler, inanmazdım herhalde. O fotoğraflar uzun süre gitmedi gözümün önünden. Ama sanırım beni en çok etkileyen, dünya basınında da bizde de sıkça kullanılan bir başka fotoğraf oldu: Yaşlı başlı bir teyze, yol ortasında hınçla yürüyor benim büyütülmüş fotoğrafımın asılı olduğu pankartın üzerine. Kameraya arkası dönük. Yüzünü göremiyoruz. O anda donmuş fotoğraf, ne bir saniye sonra, ne bir saniye evvel. Ne yapacak teyze? Ne yapmayı amaçladığı, fotoğrafa bakanın hayal gücüne kalmış. Tükürecek mi fotoğrafıma, yoksa hızını alamayıp pataklayacak mı fotoğrafımı çıplak elleriyle; kim bilir belki de ateşe verecek fotoğrafımı…
O teyzeye sorsalar, neden fotoğrafıma saldırdığını; sorsalar ben ne yazmışım, hangi romanımdaki hangi kelimeyedir itirazı, ne cevap verir acaba. İnsanları böylesine kolay dolduruşa getiren, onlara bilmedikleri “düşmanlar” sunan, öfkeyi, hakareti, nefreti ve şiddeti yücelten bir propaganda ağı var bu memlekette, totaliter düşünceyi besleyen… Hadi o teyzeyi anladım, anlamaya çalışayım, hadi bu durumu o teyzenin eğitimsizliğine, yaşına, duygusallığına yorayım, peki ama aşağı yukarı aynı yaklaşımla meseleyi ele alan, yani anlamadan bilmeden yargılayan son derece eğitimli medya mensuplarına ne demeli?
Bu dava süresince toplumdan, okurlardan, sivil toplumun farklı seslerinden ve medyanın çeşitli mevzilerindeki yazarlardan, kalem erbabından büyük destek gördüm ve hiçbir safhada kendimi yalnız hissetmedim. Davayı mümkün mertebe şahsileştirmemeye, bunu bir “ifade özgürlüğü” meselesi olarak algılamaya ve tutmaya gayret ettim. Bilhassa okurlardan ve Türkiye’nin demokrat seslerinden gelen desteğe müteşekkirim. Bununla beraber, bilhassa dava beraatla sonuçlandıktan sonra, adeta sonucun olumlu olmasına hayıflanan bazı köşe yazarları da olmadı değil. Sayıca az ama üslupça suçlayıcı, neredeyse hakaretamiz. Üstelik ben ne kadar şahsileştirmekten kaçındıysam, bu köşe yazarları tam tersine, sadece ve sadece şahsa saldırmakta. Ne kitap konuşuluyor, ne sistem. Sadece ve sadece belden aşağı ve şahsa yönelik suçlamalar. İddia o ki ben bu davayı yurtdışında meşhur olmak için kendi kendime açtırmışım. İddia o ki “Türkiye’yi satarak Batı basınının ilgisini çekmek” istemişim. İddia o ki zaten sırf bu yüzden Ermeni meselesine değinen bir roman yazmışım, yani hesaplayarak, sonrasını tartarak…
Bunu yazanlar, yazabilenler, benim yüreğimi, vicdanımı, karakterimi bilmez, tanımazlar. Ve sanmam ki roman okuru olsunlar. Edebiyatçılık yazıya tutku, yazıya sadakat, yazıya inanç gerektirir. Edebiyatçılık hayal gücüne gem vurmamayı gerektirir. Oturup hesap kitap yaparak roman yazılmaz, öyle yazılan roman daha baştan bellidir. Merak ediyorum, bana böyle saldıranların kaçta kaçı hangi romanımı okudu? Bana atfettikleri “medyumluk” yeteneğinden yoksunum. Eğer ben bu romanı yazarken, ileride Kemal Kerinçsiz’in böyle bir dava açacağını söyleseler, vereceğim tepki, değil bundan memnun olmak, tam tersine bu durumdan üzüntü ve endişe duymak şeklinde olurdu. Belki de yazamazdım, tamamlayamazdım “Baba ve Piç”i. Tıkanırdım. Muhtemelen korkardım. Üstelik hamileyken soruşturma geçirmek, hamileliğimin son üç ayında, yani zaten yeterince evhamlı ve hassas olduğum bir zamanda davalık olmak, linç çağrılarının hedefi haline gelmek, bunca medya ve kamuoyunun odağı olmak, aklımdan ve yüreğimden en son geçen şeydi. Bir başka köşe yazarı doğum ile mahkemenin çakışmasının pek şaibeli bir tesadüf olduğunu iddia ederek, benim bu doğumu mahkeme günlerine denk getirdiğimi ima etti. El insaf! Yaz sonunda mahkemeye çıkacağım anlaşıldığında avukatım aracılığıyla ilk duruşma tarihini erteletmeye çalıştık, doğum yakın diye. Ancak talebimiz kabul edilmedi. Kaldı ki her doğum yapan kadının gayet iyi bildiği gibi, anne değil, bebek karar verir doğumun ne zaman başlayacağına. Ve doktor karar verir şekline ve zamanlamasına. Bunu bilmeyen bu köşe yazarına ne demeli? Ya benim etmediğim laflar üzerinden bana saldıran, kafasına göre bana asılsız suçlamalar yakıştıran ve hatta, “Beni Zoryan Enstitüsü eğitti, Ermeni meselesini çözüverdim” dediğimi iddia edecek kadar ileri giden köşe yazarına ne demeli? Muhatabım o değil, sadece ve sadece kendi okurlarımdır ve sırf onlar bilsin diye yazıyorum, bu lafın aslı astarı yok ve ben böyle bir laf etmedim, etmem de!
Yorgun ve bıkkın bir yanım. Ama işte, bir şarkıda da dendiği gibi, “ama öbür yanım”… Ne bu ülkeye olan inancını, ne yazmaya olan sevdasını kaybetti öbür yanım.
Sayı: 39/982 - 28 Eylül 2006