“Bizden geçti artık...”
Kaç kez işittim bu lafları hem çevremdeki, yakınımdaki kadınlardan, hem hiç tanımadığım, konuşmalarına kulak kabarttığım kadınlardan. İçlerinde ukde kalmış arzular, tamamlanmamış kurgular, bir türlü gerçekleştirilmemiş planlar... Belki resme, sanata eğilimi varmış zamanında ya da hep kendine ait bir dükkanı olsun istemiş, maharetlerini sergileyip az biraz para kazanabileceği ona has bir mekan, senebesene ertelemiş, nişan-evlilik, çoluk çocuk derken vakit hiç gelmemiş, erteleye erteleye tavsamış hayalleri, yitirmiş ışıltısını; ama düşmemiş dilinden. Gerçekleşmemiş hayaller söze dökülmüş, gündelik hayatın sohbetlerinde arada sarf edilen kanıksanmış cümlelere. Şimdi seneler sonra yeniden gündeme geldiğinde adeta bir reflekse bağlanmış gibi gene o tepki dökülür hemen: “Canım geçti bizden, olabilirdi gençken; ama geçti artık, çok geç...” İster hayat memat meselesi olsun isterse basit bir proje, hemen her konuda aynı argüman çıkıyor Türk kadınlarının ağzından. Herkesin ağzında bir “yaşlılık söylemi”dir gidiyor. Bakıyorum pek yaşlandığını, hayatın kendisinden çoktan geçtiğini iddia eden kadına, belki otuzlarında belki kırklarında. Genç ve dinç daha. Ama dili yaşlanmış, üslubu yaşlanmış, zihni yaşlanmış bedeninden evvel.
Tek tek tüm bu “yaşlılık sohbetleri” fevri çıkışlardan ziyade daha derinde yatan kültürel bir yapının yansımaları aslında. Kadınlarını çabuk yaşlandıran bir toplum Türkiye. Kadınların kendi kendilerini çabuk yaşlandırdıkları bir toplum...
Türkiye’de kadınlar kendilerinden sistematik olarak esirgenen saygıya, özerkliğe, erke, özgürlüğe kavuşabilmek için bir zaman makinesi geliştirmişlerdir. Yaş kadına erk ve özerklik sağlıyor toplumun gözünde. Pek çok kadın kendilerinden esirgenen saygıyı ancak “anne” olduklarında, ama bilhassa “haminne” olduklarında bulabiliyor. Yaşlılıkla beraber toplum kadına bilgelik, kutsallık, uhreviyet ve dokunulmazlık veriyor. Mademki hızlandırılmış bir Batılılaşmadan geçti bu memleket ve halen geçmekte, tek tek kadınları da hızlandırılmış yaşlanmadan geçti ve halen geçmekte. Erken yaşlanmak! Vaktinden evvel vaktini doldurmuş gibi yapmak, -muş gibi yapa yapa en nihayetinde yaptığına inanır olmak! Türkiye’de kadınlar birer birer değil beşer onar çıkar yaş basamaklarını.
Bu sebeptendir ki ABD’de ya da Avrupa’da asla rastlayamayacağınız bir üslupla sıkça duyarsınız daha kırkına varmamış bir Türk kadınının çoktan yaşlanmışçasına yakınarak konuşmasını. Yalan da sayılmaz hani. Çünkü inandırmıştır kendini. Kadınlar için iki kategori vardır yaş skalasında. Genç kızlık ile yaşlılık. Ortası yoktur adeta. Ortası olunamaz Türkiye’de. Ya genç olursunuz, yani genç kız, yani henüz-olmamış-kadın, bir tamamlanmamışlık hali. Ya da yaşlı olmuşsunuzdur birdenbire, yani kadın, yani evli, yani anne, yani tamamlanmış-kadın, bir bitmişlik, bitmiş tükenmişlik hali. Ve ikinci kategori birinciden çok daha kolay, çok daha yaşanılası ya da en azından tahammül edilesi olduğundan, bu memlekette kadınlar, bilhassa anne olanlar, ellerinde ciritler, uzun atlama sırıkları, koşabildikleri kadar hızla koşup, hoooop üç-beş-bilemedin on sene içinde genç kızlıktan yaşlılığa sıçrayıverirler. Her biri uzun atlama şampiyonu.
“Ne zaman memlekete gelsem kendimi daha yaşlı, daha şişman hissediyorum.” diye dert yandı geçenlerde ömrü hayatının çoğunu Amerika’da geçirmiş bir Türk arkadaşım: “Gelir gelmez moralim bozuluyor. Ya yaşımı hatırlatıyorlar ya kilolarımı. En sevdiklerim bunu yapanlar, dostlarım akrabalarım, durmadan sohbet aralarında dokundurup dokundurup geçiyorlar. İşin tuhaf yanı hem şişmansın deyip bir yandan da yedirmeye çalışmaları. Ellerinde pastalar börekler. Yesem bir türlü yemesem bir türlü. Vallahi moralim bozuluyor, kendime olan güvenimi kaybedip dönüyorum her seferinde...”
Türkiye’de kadınlar daha hızlı yaşlanmakla kalmıyor sadece. Aynı zamanda birbirlerinin moralini de bozuyorlar habire. Tırtık tırtık kazıyarak alıyorlar birbirlerinin özgüvenini. Dış görünüş ve yaş Demokles’in kılıcı gibi sallanan kesici bir kriter tam tepemizde. Fiziksel değil ruhsal yaşlılıklarımız bireysel değil kültürel. Bedensel değil zihinsel.
29.10.2006