Yeni anne olup da ara sıra dışarı çıkabilmeye cüret ve niyet eden, hâlâ eski hayatına devam edebileceğini zanneden her gafil kadının çok erkenden keşfedeceği üç temel nokta olsa gerek.
Bir: Dışarı çıkabilmek için önce acilen bir bakıcı bulmalısınız. İki: Bakıcı bulsanız bile içiniz rahat etmeyeceğinden siz gene evde paşa paşa bakıcıyla oturursunuz. Üç: Evde de kuralları ve gündelik hayatın ritüelini siz değil, bakıcı belirler, ne zaman ne yapılacağını o tayin eder.
Hal böyle olunca ben de son zamanlarda bakıcıların en cevvali, en tatlı dillisi Fikriye ile bol bol vakit geçirir oldum. Ve onun sayesinde bu memlekette binlerce ev kadınının hiç aksatmadan her sabah, her öğle, her akşam tıkır tıkır yerine getirdikleri birtakım alışkanlıkları ve bilhassa popüler kültür kanallarını keşfediyorum. Fikriye, aynı anda beş ayrı iş yapabilen o maharetli Türk kadınlarından! Aynı anda bir eliyle bebeği sallayıp, bir eliyle ütü yaparken bir yandan da televizyona laf yetiştirip dizideki kötü adama söylenebiliyor mesela. Ya da hem fasulye ayıklayıp, hem ocakta bir şeyler kaynatıp hem de o esnada omuzuna yerleştirdiği bebeğin gazını çıkartabiliyor. Bir saniye bile boş durmuyor, boş durmanın ne demek olduğunu bildiğini dahi sanmıyorum. Elleri, parmakları, bedeni sürekli iş yapmaya alışmış. Yaşamak demek çalışmak demek.
Ben saygıyla bir kenardan izliyorum Fikriye nin hummalı faaliyetlerini. Ara sıra bana dönüp, "Ya, bebek bakmak roman yazmaya benzemez. Yazar olmaktan bile daha zor valla ev kadınlığı." diyor. Ben, boynum kıldan ince, seve seve kabulleniyorum bu saptamayı. Fikriye haklı, roman yazmak bebek bakmaktan kolay. Yedi kitap yazdım bugüne kadar, yedisinde de zor, alabildiğine yoğun ve çetrefil bir dönem geçirdim. Ama bebek bakmanın yanında hepsi çocuk oyuncağı. Yedi bebek baktığımı tahayyül bile edemiyorum.
Batı kültürü "multi-tasking" (aynı anda çok iş yapmak) kavramını tartışadursun, Fikriye bu meseleyi çoktan çözmüş. Ve ne kadar çok işi aynı anda yapıyor olursa olsun, hiç şaşmadan bir taraftan da televizyon izlemeyi ihmal etmiyor. "Taksi şoförleri için radyo neyse, biz ev hanımları için de televizyon o." diyor bilgece. Böylece Fikriye ile ben, kucakta bebek, elde kumanda her sabah diziliyoruz televizyon karşısına. Fikriye, hafta içi her gün hangi kanalda hangi program var şıp diye biliyor. Önce bir uzaktan kumandayla tek tek kanallar dolaşılıyor. Bebeğim olana kadar televizyon pek seyretmeyen, hele hele gündüz kuşağından tamamen bihaber olan bendenizi bir güzel bilgilendiriyor uzun uzun. Hangi dizide en son ne oldu, hangi yarışma programının özellikleri neler, hangi programda en son kimin en mahrem sırları ifşa edildi, hangi ünlü şarkıcı kiminle kol kola, el ele yakalandı, Fikriye nin sayesinde hepsini biliyorum artık. Gün boyu sırf kadınları, daha doğrusu ev hanımlarını hedef alan ve illa ki ya aşk-ihanet ya da acıma-acındırma-ağlatma ya da çekiliş ve hediye kampanyası fikrine dayalı onlarca programı ben de yakından takip ediyorum artık. Fikriye nin bana öğrettiği bir kadınlık kültürü bilgisi daha var: Bu programlar katiyyen sessiz izlenmemeli. İzlerken muhakkak konuşmak, haklarında yorum yapmak lazım. Bir yandan izleyip bir yandan da laf yetiştiriyoruz ekrana. Hafta sonları ayrı kaldığımızda bazen telefonlaşıp önümüzdeki haftanın dizileri hakkında tahminler yürütüyoruz.
Ben bu tempoda aheste revan yaşayıp giderken nicedir Amerikalı yayıncım arıyor New York tan. "Edebiyat, hermeneutics (yorumbilim) ve Eurocentiricism (Avrupamerkezcilik)" ekseninde bir kitap için bir makale yazmamı istiyor. İlgilenip ilgilenmediğimi soruyor. Kalakalıyorum. Gıkım çıkmıyor. Eskiden olsa seve seve kabul edeceğim bu teklif karşısında suskunum. Diyemiyorum ki, "ne hermeneutics i ne Avrupamerkezciliği ne edebiyatı, ben şu anda elde çay kucakta bebek, Meriç bilmemkimin Ahu Tuğba ile romantik yakınlaşmalarını izliyorum televizyonda."
Telefonu kapayınca, "Sen çık bir hava al, bak rengin soldu, yazarlığını filan unuttun, alışkın değilsin ev kadınlığı hayatına." diyor Fikriye. Haftalar sonra ilk defa bebeği bırakıp dışarı çıkıyorum.
14/11/2006