Her ulus-devletin siyasi tabuları, dokunulmaması tercih edilen “cısss” mevzuları, kanıksana kanıksana içselleştirilmiş ezber tahtaları, halka kapalı alanları vardır; bizde de gani gani. Her ulus-devlette bu tür alanlara evvela ve ısrarla girer aydınlar. Sorgular, sorgulatırlar, düşünür, düşündürtürler. Yazarlar, sanatçılar, akademisyenler... entelektüeller ezber bozan insanlardır, alışılmışı tekrarlayan kuklalar değil.
Masamın üzerinde Juan Goytisolo’nun Türkçeye çevrilen tüm kitapları. Bugün İspanyol Kültür Bakanlığı’nın teşvikiyle yayınlanan, tanıtılan, başka dillere çevrilen, Türkçeye kazandırılan kitaplara bakıyorum. Bunların önemli bir kısmı zamanında İspanya’ya muhalefet etmiş yazarların eserleri. Hem de ne muhalefet. Kendi ülkelerindeki haksızlıkları eleştiren, sistemin çarpıklıklarını dile getiren sesler. Ama İspanyol devleti bugün gocunmadan, bunları “vatan haini” diye damgalamadan, tam aksine varlıklarıyla övünerek tüm dünyaya tanıtabiliyor. İber yarımadasından, bu bereketli topraklardan çıkan yazarlar diye tanıtıyor. Kendi eleştirel beyinleriyle gurur duyuyor. İspanya nasıl erişti bu olgunluğa? Biz neden hâlâ sınıfta kalmaktayız bu konuda?
Her ulus-devlet gibi Türkiye’nin de siyasi tabuları var. Ancak bizde bu tür tabuları sorgulamak, tartışmaya açmak zaman zaman hayli zor olabilir. Bedel ödetir. Ancak bundan daha da zor olan bir şey varsa o da “ataerkil tabular”ı sorgulamak. Zira mesele kadın-erkek rollerine, kadınlık-erkeklik öğretilerine gelince, siyasi yelpazenin ister solunda ister sağında olsun son derece önyargılı, katı zihniyetlerle karşılaşabiliyoruz. Başka başka konularda çok farklı düşünen sağdan ve soldan insanlar, mesele kadınlık ve cinsiyet meselelerine gelince bir de bakmışsınız ki hemen hemen aynı şekilde düşünüyorlar. Hemen hemen aynı önyargılarla. Üstelik ataerkil öğretiler demek illa da erkeklerin temel aldığı öğretiler demek değil. Kadınlar da aynı ölçüde özne, aynı ölçüde içselleştirmiş verili cinsiyet rollerini ve düşünce kalıplarını. Kadınların “doğaları gereği zayıf ve muhtaç” olduklarına inanan o kadar çok kadın var ki Türkiye’de.
Bebek bakıcılarının en yeteneklisi Fikriye ile bir yandan bebek bakıp bir yandan da bol bol televizyon seyrettiğim bugünlerde yerli kanallarda “kadın kuşağı”nda gösterilen programlara bakıyorum her sabah. Ve her sabah bir kadın programında kadınların kendilerini aşağılamalarına tanık oluyorum. Ne zaman biz böyle en mahrem aile sırlarını televizyon kanallarına taşır olduk? İhanetler, eski sevgililer, gayri meşru çocuklar, sırlar ortaya dökülüyor birer birer. Nasıl aşındı mahremiyet duygusu Türkiye’de? Televizyona çıkmanın, yarım saatliğine meşhur olmanın cazibesi her şeye ağır basar oldu. Şimdi kavga etmek, ağlamak, en derin aile sırlarını ekrandan milyonlara duyurmak için televizyona çıkıyor kadınlar. Bu yeni bir hal. Yeni bir zihniyet.
Daha çok meşhur olmak, ekranda biraz daha uzun kalabilmek için kavga etmek lazım. Her kanalda bir kavga, karşılıklı hakaretler, ağlayan sızlayan kadınlar buluyorsunuz gündüz kuşağında. Siyasi tabularını konuşamayan Türkiye cinsel tabularını sorguluyor mu diye bir umut beliriyor bir an. Ama nafile. Aslolan popüler kültür. Aslolan seyirlik, çitlemelik, eğlencelik acılar ve aile hikâyeleri bulmak. Bulup bulup kullanmak, kullanıp kullanıp tüketmek. Ne ardındaki sistem sorgulanıyor, ne kadınlara cesaret aşılanıyor. Varsa yoksa hikâye tüketiyoruz. Her sabah yeni bir aile dramı. Kocası, otuz sene evvel evi ve çocuklarını terk etmiş, o günden bu yana hiç aramamış sormamış bir kadının mesela. Ama o kadın bugün gözü yaşlı ekrana çıkıp, kendisine mikrofonu uzatan televizyon yapımcısına minnet dolu gözlerle bakarak, “Evine dönsün, ben hâlâ onu bekliyorum, gelsin son günlerinde ben bakarım ona, ne de olsa kocamdır, başka kadına da gitse erkektir yapar.” diyebiliyor. Türkiye’de kadınlara daha pasif, daha ezik olmaları öğretiliyor. Ve özgüvenlerini aşındıran bu öğreti öyle baskıyla silahla ya da zorla değil, cicili bicili popüler kültür kanallarıyla yayılıyor dalga dalga.
19.11.2006