Dün Çırağan Sarayı’nda dört yüzün üzerinde yabancı yatırımcının ve siyasetçinin katıldığı bölgesel Davos toplantısı düzenlendi.
Gün boyunca ekonomiden yatırımlara, stratejiden siyasete son derece geniş bir yelpazede oturumların yer aldığı bu programın akşamki kapanışı biraz daha farklı bir bağlamda oldu. Bu kez, gene yabancı katılımcılarla beraber; ancak çok daha az resmî bir ortamda buluşuldu ve Türkiye’nin en zor konuları, hani şu turistlere pek göstermek istemediğimiz yanları, gölgede bıraktığımız alanları içtenlikle tartışıldı. Bu kez odak noktası “insan hakları, sivil toplum ve demokrasi” oldu.
Toplantıyı Cüneyt Zapsu yönetti, konuşmacı olarak ise TESEV Başkanı Can Paker, öğretim üyesi Arus Yumul, öğretim üyesi Dilek Kurban ve ben yer aldık. Üç temel soru yöneltildi bizlere: Türkiye’nin insan hakları karnesine baktığınızda bir ilerleme görüyor musunuz yoksa yerimizde mi sayıyoruz? Niçin son zamanlarda ifade özgürlüğüne yönelik davalarda bir artış oldu? Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz? -Daha makro bir çerçeve içinde- Ve son olarak, herkes için ve her alanda insan hakları, herkes için ve her alanda özgürlük nasıl geliştirilebilir, bunun için önerileriniz nelerdir?
Ne de olsa egemen kültürle yoğrulan nice insanın ya da grubun demokrasiyi sadece ve sadece kendine yonttuğu, kendisi ya da kendi gibi düşünenler için istediği; ama mesele kendi gibi düşünmeyenlere ya da kendi gibi yaşamayanlara gelince aniden katılaştığı, uzaklaştığı bir şartlı refleks, bir cerahatli doku var memlekette. Öyleyse nasıl yapmalı da Kürt olmayan birinin de Kürtlerin haklarını, Ermeni olmayan birinin Ermenilerin haklarını, dindar olmayan birinin de dindarların haklarını, solcu olmayan birinin de sol görüşlülerin haklarını, başı açık birinin de başı örtülülerin haklarını sahiplenmesini, savunmasını, istemesini sağlamalı? Nasıl yapmalı da aramızdaki ideolojik bariyerleri yıkmalı? Sağırlaşmışız, katılaşmışız, bir linç kültürüyle yoğrulmuşuz nicedir. Birbirimizden şüphe duymayı, farklı düşünenleri paylamayı, aynılaşmayı reddedenleri cezalandırmayı âdet edinmişiz. Bireysel farklılıkları bastırmışız. Bu yapıya rağmen ve ona inat, nasıl yapmalı da demokrasiye tüm toplumun aynı oranda istisnasız ihtiyacı olduğunu görmeli? Nasıl yapmalı da hepimizin, tüm farklılıklarımıza rağmen ve farklılıklarımızla beraber aynı kamusal alanı paylaştığımızı, yani bu memleketin hepimizin olduğunu görmeli, göstermeli?
Belki de tek tek konuştuklarımızdan ziyade, en zor konuları dahi konuşabiliyor olmamızdı akşama damgasını vuran. Yani demokrasimizin nerelerde nasıl tökezlediğini, en büyük hatalarımızı gocunmadan bastırmaya saklamaya çalışmadan konuşabilmenin önemi! Gün boyu Davos toplantısında nice “resmî” ve “zevahiri kurtarmaya” yönelik konuşma yapılmışken, akşamki serbest, rahat, gayri-resmî ortam bambaşka bir özgürlük sağladı. Meğer ne kadar ihtiyacımız varmış “off the record” konuşabilmeye. Oysa Davos toplantılarının amacı ve ruhu en azından teoride bu değil miydi?
Hükümet başta 301. madde olmak üzere bugün Türkiye’yi gerek içeride gerekse dışarıda zorlayan, dibe çeken demokrasi ayıplarını düzeltmek için niyetli, istekli ve kararlı olduğuna dair zaman zaman önemli sinyaller vermiş olsa da, uzun vadede gerekli adımları hâlâ atmış, atabilmiş değil. AB ile diyaloğu geliştirmeye o kadar odaklanmışız ki çok temel bir noktayı ihmal ediyoruz. Esas bizim, bizlerin kendi aramızda konuşabilmemiz gerekli.
Son tahlilde eğer demokrasimizdeki aksaklıkları düzelteceksek bunu AB bizden istiyor ya da bize şart olarak dayatıyor diye değil, tam tersine kendi çocuklarımız, ifade özgürlüğünün olmadığı, işkencenin hâlâ devam ettiği bir toplumda yaşamasın diye, yani kendi insanımız bundan çok daha iyisini hak ettiği için değiştirmeliyiz. Değişim içeriden gelir, aşağıdan gelir ve ancak o zaman kalıcı ve samimi olabilir.
26.11.2006