Bir elimizde laptop bir elimizde çikolata, bayram ziyaretindeyiz anneannemin evinde. Bir ara bilgisayarı açtım, yazı yetiştiriyorum gazeteye. Yazı bitince tekrar salona döndüm, bizimkilerin yanına. Anneannem dikkatlice baktı bana.
"Sen git git, otur rahat rahat dersine çalış, biz bebekle ilgileniriz," dedi tebessümle.
Düşündüm de ben üniversiteden mezun olalı on iki sene olmuş. En azından on iki senedir ders çalıştığım yok. Otuz beş yaşına gelmişim, pek öyle öğrenci gibi bir halim de yok. Ama işte ne zaman önümde bilgisayar, suratımda dalgın bir ifade, yazarken görse beni, ders çalıştığımı düşünüyor anneannem.
Duyardım mesela eskiden, başkalarına methederken beni, "Elif mi, o hep ders çalışıyor, maşallah, hep ders hep ders..." dediğini.
Öyle ya, yoksa nasıl açıklanabilir durup dururken, sohbet ortasında ya da gece yarısında, hayatın akışında birdenbire ortaya çıkıveren yazma nöbetleri? Öyle ya, ders gibi bir şey olmalı edebiyat yazma hevesi ve tutkusu da... Yoksa ne demeye mecbur tutar insan kendini, başkaları eğlenirken, elalem hayatın içinde devinirken, ne demeye zorlar insan kendini oturup bir masa başında saatler ve günler, haftalar ve aylar boyu, ne çıkacağını bilmeden ve bilmeyi dahi istemeden, yazmaya? Öyle ya nasıl açıklanabilir edebiyatçıların bu kadar horlandığı ve yazıdan ziyade nedense hep yazarın konuşulduğu bir toplumda gene de inadına ısrarla yazmaya devam etme dürtüsü? Hangi çoluk çocuk sahibi kadın, hangi aklı başında mahluk bayram gezmelerinde elinde bilgisayarla dolaşır kendi kendine cümleler mırıldanarak?
Bu sorulara tek bir cevabı var anneannemin: Ders çalışmak. Sevgili anneannemin gözünde benim romancılığım ve tüm yazı hayatım bitmek bilmeyen bir "ders çalışma hali".
Böylece bana değil, görünmez hocalarıma kızabilir rahatlıkla. "Rahat bırakmıyorlar ki torunumu, durmadan ödev üstüne ödev veriyor bu hocalar. Devamlı çalışmak zorunda evladım.."
O görünmez hocalar, dünya edebiyat tarihinin çoktan vefat etmiş kimi isimleri. Her birinin ruhu dans ediyor üretilen her edebi cümlenin içinde. İzliyorlar, seyrediyorlar bugünün yazarlarını yüzyıllar ve yüzyıllar ötesinden. "Sonrası kaygısı" edebiyatın ve edebiyatçıların en temel kaygılarından biri. Bir romanı yazarken, tahayyül ettiğiniz bir "sonrası" belirmeye başlar zihninizde. Varmak istediğiniz bir cennet, kaçındığınız bir cehennem. Ödüller, övgüler ile örülüdür cennet; ama bundan çok daha fazlasıdır. Hakaretamiz eleştiriler, bulaşıcı kayıtsızlıklar ile örülüdür cehennem; ama bundan çok daha fazlasıdır. Bu açıdan bakıldığında hiçbir yazarın cehennemde yanmak ya da cennette mükâfatlandırılmak ile ilgili kaygılardan tamamen arınmış bir ruh haliyle oturup yazabildiğini sanmıyorum. Albert Camus nun da dediği gibi, "bir yazar çokluk okunmak için yazar. Bunun tersini söyleyenleri alkışlayalım, ama inanmayalım onlara".
"Anlaştık", diyorum anneanneme. "Ben biraz çekileyim bir odaya. Ders çalışayım şuracıkta..."
07.01.2007