Erkek yazarların kadınları “yeterince” anlayıp anlayamayacakları ara ara telaffuz edilen bir sorudur edebiyat çevrelerinde. Anlatsalar bile “doğru” anlatabilirler mi acaba? Aslında ne vakit gündeme gelse bu soru, çözümlemelerden ziyade önkabullerdir konuşulan. Bireyselliklerden ziyade genellemeler.
Tek tek örnekler dahi verilmez, tartışılmaz, onun yerine kallavi genellemelerle yetinilir. Ve ekseriya olumsuz cevap verilir. Hayır, kadınlığı ve kadınları bir erkek yazar tam olarak anlatamaz, denilir.
Aslında ne vakit yeni bir roman çıksa piyasaya, aynı şüpheci yargıyla çıkmak mümkün yazarının karşısına. “Anlatılan senin hikâyendir” sözündeki tüm hikmet birdenbire tersyüz edilip, romancıya yöneltilebilir pekala:
“Anlattığın, senin kendi hikâyen mi, değil mi?”
Kendi hikayesi ise ne âlâ. Önyargılarımız uyarınca zannımız odur ki, her konuyu en iyi uzmanı bilir. Evlileri en iyi evliler, köylüleri en iyi köy kökenliler yazabilir; evi olmayıp da sıçan deliğine gönderilenlere gelince... O kuytulardan öyle pek yazar çizer çıkmadığından, onların hikâyeleri “dışarıdan” anlatılabilir. Ancak mümkün mertebe, her anlatıcı özbeöz kendi çöplüğünde eşinmelidir. Aksi takdirde, düşmez-kalkmaz-iflah olmaz peşin hükümlerimiz nüksediverir. Gidip de “elalemi” yazmaya kalkanın ya samimiyetini-niyetini kurcalar ya da bilgisinden-sezgisinden sual ederiz. Biz işte bu sebepten hâlâ ve ısrarla, dönüp dönüp şüpheyle yaklaşma gereği duyarız kadınları anlatan erkek yazarlara.
Oysa nasıl da nobran bir genellemedir “kadın”. Sormak gerek bu noktada, “af buyurun, hangi mekânda, hangi zamandaki, kimin için, acaba hangi kadınlık hâlleri?” diye. Ancak böyle parça parça ayrıştırabildiğimiz takdirde, kimi “kadınlık hâlleri”ni anlayıp anlatabilmenin kimi kadınlara, en az erkeklere olduğu kadar uzak bir mesafede durduğu görülebilir. Ve nasıl ki tek ve mutlak ve yekpare ve yalıtılmış bir “kadın” yok ise hatta şu “kadınlık durumu” lafının bizatihi kendisi zararı yararından katbekat fazla bir ağız alışkanlığından ibaretse, tek ve mutlak ve yekpare ve yalıtılmış bir “erkek yazarlık hâli” de yoktur ortada. Velhasıl, benzer konular etrafında dönen romanlar arasında dahi ayrıştırıcı farklılık, romancının cinsiyetinde değil, kalemindedir.
Öyleyse erkek yazar da kadınları, kadın yazar da erkekleri anlatabilir. Edebiyat, taşıdığın kimliğin propagandasını yapmak değildir. Edebiyat kendi hikâyeni anlatmak da değildir. Tam tersine, başkasının hikâyesini adeta kendi hikâyenmiş gibi yaşayarak ve yaşatarak anlatabilmektir edebiyat. Bu yüzden empati yeteneği gerektirir. Kendini bir başkasının yerine koyabilmeyi gerektirir. Kendini silmeyi gerektirir.
Kimlik politikaları üzerinden dönen gayeler sadece gölge düşürür edebiyata. Yazarın ihtiyacı olan, kendi kimliğinin hudutlarının dışına taşabilmektir. Bu sebeptendir ki hem kadın hem erkek olmak zorundadır her romancı. Sadece bir kimliğe demir atıp yazanlardan iyi propagandacı çıkar, iyi edebiyatçı değil. Ve son tahlilde, “ne kadar yürek varsa Allah için çarpan, o kadar yol vardır izlenecek” diyen mutasavvıflardan feyz alarak, “ne kadar kalem varsa edebiyat için, edebiyat içre yazan, o kadar yazarlık hâli vardır” demek de mümkün ve makbuldür elbette.
14.01.2007